Hüseyin Canerik
1992 yılı. Tek göz toprak evin duvarındaki takvim yaprağında 22 Eylül yazılı. Günlerden salı. Sonbaharın en güzel günleri. Orman sarı, turuncu, kızıl ve yeşille rengârenk… Meşe ormanlarından gökyüzüne uzanan yaban kavakları turuncu ve sarıya boyanmış. Kavak, sarı ve turuncu yapraklarıyla, sonbahara direnen meşe ağaçlarının arasından rahatlıkla ayırt edilebiliyor. Kavak deyip geçmeyin, hafif bir esintide bile yaprağı kendine özgü bir ses çıkarır. Bir doğa tutkunu, kavağı, hışırtısından tanır. Ceviz de kışa hazırlık yapan ağaçlardan. Yayvan yaprakları sararmaya yüz tutmuş. Vadide tek tük rastlanan çınar ağaçları da sararmaya başlamış.
Rüzgâr, vadideki bütün bitkilere ve diğer canlılara öpücük konduruyor. Bu öpücük, kapıyı çalmak üzere olan uzun ve soğuk kış günlerinin habercisidir. Canlılar uyarıyı alır almaz harekete geçiyor. Pülümür Vadisi’nde konaklayan tüm canlılar zorlu kışa hazırlanıyor. Sincaplar, vadiyi kaplayan ceviz ağaçlarının kovuklarına kışlık yiyeceklerini depoluyor. Vadideki ceviz ağaçları, o bölgede yaşayan herkesin, ihtiyaç duyanların ortak malı sayılır. Ayı, sincap, saksağan vb. hayvanlar aralarında kardeşçe bölüşür.
Herkes ihtiyacı kadar tüketir.
O gün bir sincap ceviz ağacına tırmanırken yanı başındaki sesle irkildi. Sincaplar ürkek olur. Bir zamanlar kalabalık olan köyde yaşayanların sayısı, tek göz evde yaşayanlardan ibaretti. O bölgedeki yaban hayvanları, vadinin bir yakasında, 14 numaralı gaz lambasıyla aydınlatılan tek haneli köyün bütün sakinlerini tanırdı. Evde yaşayanları sesinden, yürüyüşünden, ıslığından, kahkahasından ayırt ederdi. Evde gözünü dünyaya açan bebeği ilk çığlığından tanırlardı. O evden her perşembe akşamı üç telli sazdan yayılan hüzne hepsi ortak olurdu. Sazını elden düşürmeyen dedenin gözyaşlarıyla dilinden dökülen dizeler, Oli’nin kutsal mekânında yankılanırdı. Soğuk kış gecelerinde, dedenin yüreğinden kopan kor bütün vadiyi ısıtırdı. Donmamak için bir birine sokulan dağ keçileri ve diğer canlılar bu ateşle ısınırdı.
Dede duvarda asılı sazı bırakıp sonsuzluğa yürüdüğünde sadece kundaktaki torunu değil, vadideki bütün canlılar üşümüştü. Vadi yetim kalmıştı. Sonsuzluğa yürüyen dededen geriye üç telli bir saz kalmıştı. Yedi nüfuslu ve tek haneli köy, ıssızlık demektir. O güne kadar cevize güvenle tırmanan sincap, köy yoluna düşen kalabalık grubu görünce endişelendi. Tek haneli köyde herkes evindeydi. Dışarıda kimse yoktu. Köyün şehirden dönen son sakini eve ulaşalı saatler olmuştu. Aralıklarla yürüyenler en az on kişiydi. Toprak evde o gün sadece 4 kişi yaşıyordu. Okul çağındaki çocuklardan üçü o gün evde değildi.
Peki, bunlar kimdi?
Yokuşu tırmanan kalabalık grup tek sıra hâlinde, aralıklarla yürüyordu. Üzerlerinde, köyün yoksul sakinlerinde hiç rastlanmayan nesneler bulunuyordu. Bir sincabın yere doğrultulmuş namlular hakkında hiçbir fikri yoktu. Grubun omuzlarında taşınan silahlar, karanlık ve sancılı bir geceyi haber veriyordu.
Sincap ürktü ve kovuğa gizlendi.
Köyün son yolcusu akşam arabasından inmiş, köprünün yanı başında taşların arasında gizlediği bezle ayakkabısını sildikten sonra yola koyulmuştu. Yaklaşık yarım saat süren yol, tamamen yokuştu. Köprünün altında, yeryüzünün derinliklerinden usulca yüzeye çıkan soğuk kaynak suyu Pülümür Çayı’na karışırdı. Araba beklerken, arabadan inerken ağır adımlarla köprünün altına iner, iri avuçlarına doldurduğu suyu yudumlardı. Sıcak günlerde ferahlamak için yüzünü yıkar, biraz dinlenirdi. Akarsuyun sesinin boğazın esintisine karışması, onda ninni etkisi yaratırdı.
O sırada kısa süreli uykuya dalardı.
Üstü başı hep temizdi. Kömürle ısıtılan döküm ütüyle ütülenirdi elbisesi. Her sabah köyden inerken yolda tozlanan kösele ayakkabısını özenle sildikten sonra binerdi arabaya. Genelde Kırmızıköprü’ye giderdi. Arada bir Tunceli’ye gittiği de olurdu. Çay ve sigaradan hoşlanmazdı. Okuma yazma bilmezdi, ama çocukları için hemen her gün eve gazete getirirdi. Çocuklarını Galatasaray Lisesinde okutmak, en büyük özlemiydi.
22 Eylül günü, akşamüzeri arabadan inerken soğuk suyla ellerini yıkamış ve ağır adımlarla düşmüştü yola. Oli’nin mağarasından başını uzatan bozayı, Teke Bostanı’nda toplanan dağ keçileri, vadide daireler çizen kartallar, ceviz ağaçlarının koca gövdelerini gagalayan ağaçkakanlar, söğüt dallarının ağırladığı serçeler, vadiye ev sahipliği yapan güvercinler onun yolunu gözlerdi.
Öfkeliydi. Bozuk düzene ve kişiliksizliğe isyan ederdi. Fırsat bulmuş olsaydı ülkeye büyük yarar sağlayacak ve enerjisini daha verimli kullanacaktı. Doğup büyüdüğü köyde okul yoktu. O yüzden okuyamadı. Yumruğu güçlüydü, vurduğunu devirirdi. Onu yumrukla devirmek, teke tek kavgada alt etmek mümkün değildi. Eğilip bükülenler, makarnaya satılanlar onu sevmezdi. Herkes onu paralı sanırdı. Cebinde pek parası olmadığı ilerleyen yıllarda öğrenilecekti. Gururlu ve gözü toktu. Makarnacıların düşürüldüğü acı duruma hiç düşmedi. Tek geçim kaynağı, köyünde beslediği keçileriydi. Bir gün onlara da kurşun yağdırıldı. Kaçının öldüğü, kaçının yaralandığını öğrenen bile olmadı. Çünkü bunu konuşmadı. O, bu konuda bir tek laf etmeyi bile gururuna yedirememişti. Gururlu bir mağdurdu. Bu olay, ondan nefret eden bazı düşkünleri mutlu etmişti. Yoksul bir köylünün tek geçim kaynağı olan keçilerin ölümü, bazılarının ömrünü uzatıyordu!
Öfkesi, eğilip bükülenlereydi. Çok özel durumlar bir yana bırakılacak olursa, onun yumruğunun ‘hak’tan yana olduğu tartışılmaz bir gerçekti. Bir güvercine taş fırlatmamış, dağ keçisinin kanına girmemiş, minik bir serçeyi ya da sincabı ürkütmemişti. Kimseye ihanet etmemişti. Sözlüğünde, kahpelik ve kalleşliğe yer yoktu. Doğruları kendine özgü üslubuyla ifade eder, hak bildiğini savunmaktan çekinmezdi. Onu, Pülümür Çayı’nda su içen dağ keçilerini ürkütmeyen bir insan olarak tanımlayabiliriz. O geçerken sadece dağ keçileri değil, diğer canlılar da kendilerini güvende hissederdi.
Onun güven içinde evine ulaşması, vadideki bütün canlıları mutlu ederdi. Pülümür Vadisi’nden gökyüzüne kanat çırpan kartallar, ince söğüt dallarında tespih taneleri gibi dizilen serçeler, Serdeni’de öten keklikler, suda yan yatan balıklar, Han Yaylası’nda yaprak hışırtıları çıkararak ilerleyen kaplumbağalar onun yolunu gözler, küçük penceresinden ölgün ışık yayılan toprak eve ulaşmasını dört gözle beklerdi. Yolunu gözleyen dağ keçileri onu görünce mutluluktan zıplardı. O gün de gözden kayboluncaya kadar seyrettiler.
Yavaş yavaş yürür, arada bir soluklanırdı. Sıcak günlerde beyaz mendiliyle terini silerdi. Gömlek yakasının kirlenmemesi için mendilini boynuna doladığı da olurdu. Yolu yarıladığında dere kıyısındaki taşın üzerinde otururdu. Bir yılan gibi kıvrılan Pülümür Çayı’nı dakikalarca seyrederdi. Sincaba gülümser, zirveye çıkan kartala el çırpar, serçelere ıslık çalardı. Yaşlı bir kaplumbağa meşe ormanına karışıncaya kadar sabırla beklerdi.
Ahmet Telli, bir dörtlüğünde kurdu kuşu ürkütmekten söz eder:
Kaç mevsim kırlara çıkıp
Çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
Belki kurdu kuşu ürküttük, ama aşkı ürkütmedik hiç
Tek haneli köyde yaşayan yoksul köylünün tarla kuşlarını, kurdu kuşu ürkütmediğine o bölgede yaşayan bütün canlılar tanıktı. O geçerken korkuya kapılmayan güvercinler, su içmeye devam eden dağ keçileri, ceviz depolayan sincap, gözleri parlayan yaban kedisi, armut ağacına çıkan ayı ve diğerleri… Ağaç dalları arasında zıplayan ürkek bir tavşan, onu görünce rahat bir nefes alırdı. Çünkü o sırada güvende olduğunu bilirdi. Bölgenin tüm canlıları, ondan ürkmezdi. O gün yoldan geçerken de ürkmemişlerdi. O da ürkmezdi. Pülümür Vadisi, dolunayda ışıl ışıldır. Dolunayda yola düşerken, börtü böceğin sesiyle mutlu olurdu. Doğadaki her canlı onun mutluluk kaynağıydı. Bal arılarıyla birlikte çiçeklere konardı. Yükseklerde kanat çırpan kartallara, dalgalara meydan okuyan balıklara, sarp kayalıklara tırmanan dağ keçilerine eşlik ederdi.
Alçalmazdı. Bir kartal gibi hep yükseklerde uçardı. Alçalanları hiç sevmezdi. Onlarla konuşurken sözünü sakınmazdı. O yüzden alçalanların nefretini kazandı. Bir insanı tanımak için, onu sevmeyenlerin kimliğine bakmak yeterlidir.
Başı eğik insanların sevgisini kazanmak, onun için acı vericiydi.
Yoksuldu, ama paylaşarak mutlu olurdu. Bir gün keçilerini otlatan kızı, ağaç kovuğunda bala rastlamıştı. İki kulplu bakır kazana doldurdukları balı satmak bile ayıptı. O balda bütün köylülerin pay sahibi olduğunu düşünüyordu. Tereddüt etmeden, bütün balı köye dağıtmıştı.
Yoksulluk, tembellikten kaynaklanmıyordu. Yöre insanı çalışır çabalar, ama zar zor karın doyururdu. Ekilebilir alanlar kısıtlıydı. Sulama olanağı yoktu. Kış uzun ve çetin geçerdi. Kar vadiyi kuşatır, insanı dışarı çıkamaz hâle getirirdi. Kara kışa direnenlerden bazıları, çığa kapılarak yaşama veda ederdi. Çığa kapılıp kurtulanların sayısı, azdır. Ana da onlardan biriydi. Bir gün çeşmeden su getirirken çığa kapılmış, Babanın çabasıyla kurtulmuştu.
Pülümür Vadisi’nin bir yakasındaki bu güzel köyde bir zamanlar coşkulu köy düğünleri yapılırdı. 1979 yılında bu şirin köyde, genç yaşta kaybettiğimiz sevgili ağabeyimizin düğünü yapılmış, şerbet ikram edilmişti. Boşalan köy, insan sesine hasret kalmıştı.
Köyde tek hane, zorluk ve sıkıntıların artması demekti. Kalabalık köyde hayvanlar nöbetleşe otlatılırdı. Her eve ayda bir sıra gelirdi. Köy boşalınca Ağabey ve Ablalar her gün hayvan otlatmak zorunda kalmıştı. Hayvanları karda doyurma çabası, yer yer çocukların boyunu aşan kar yığınları arasında oldukça zordu. Ağabey ile Ablaların kirpikleri ve kaşları soğuklarda ‘donar’, beyazlardı.
Onlar gözlerini zorluğa, soğuğa, yokluğa ve boylarını aşan sorumluklara açmışlardı.
Keçiler yaman hayvanlardır, öyle kolay zapt edilemezler. İki ayağı üzerinde doğrularak ağacın tepesindeki yapraklara uzanan keçiler bazen dışarıda doğururdu. İkiz oğlak doğurdukları da olurdu. Oğlakları kucağa alıp evin yolunu tutmak yorucu ve zahmetliydi. Kış aylarında kara bata çıka eve ulaşan Ağabey, ikiz oğlak müjdesi verirdi. Ağabey, Erzincan Çelik’in su geçirmez kara lastiğini giyerdi. Saatlerce karda zaman geçirdiğinde pantolonu ve çorapları ıslanır, ağaç dallarını budarken elleri buz gibi olurdu. Ananın yünden ördüğü kalın çoraplar kar suyuyla ıslanırdı. Islak çorabı çıkarmak zor iştir. Arada bir yardımla çıkarılan çorap, sobanın yanında kurutulurdu. Sac sobada meşe odunu yakılırdı.
Ağabey, eline tara (dare/dariye) aldığında acaba kaç yaşındaydı? Okula adım atmadan tarayla tanışmış olmalı. Çünkü köyde tara olmadan iş görmek nerdeyse olanaksızdı. Meşe dallarını budamayı, ceviz silkelemeyi, odun doğramayı ilkokul yıllarında öğrendi. Kurutulan meşe yaprağı, keçilerin kışlık yiyeceği olarak saklanırdı. Yer darlığı yüzünden, yaprak, meşe ağaçlarının kalın dalları arasında istiflenirdi. Korkmazdı. O yaşta ağaca çıkar, demet demet yaprağı (v) biçimindeki ağaç dalları arasında üst üste koyardı. Piramit gibi yükselen yaprak demetlerinden korkusuzca aşağı inerdi.
Ağabey olmak kolay değildi. Erzincan kesme şeker torbasını sırtladığında yaşıtları salıncakta sallanırdı. 50 kiloluk torbanın altında iki büklüm olurdu. Un ve patates torbaları vardı sırada. Aslında sırtladığı sadece un, şeker ya da patates değil, yaşamın ağır yüküydü.
Abla, çocuk yaşta işe sarıldı. 10 yaşında keçileri sağmayı, yayık yaymayı, çökelek yapmayı öğrendi. Ana hastalandığında yokluğunu hissettirmezdi. Evin küçüklerine bakar, ağlayınca teselli eder, zorluklarla başa çıkmak için mücadele ederdi.
Ana… Ağzından bir sözcük bile çıkarmayan, yakınmayan, acılarını dışa vurmayan mücadeleci bir karaktere sahip. Köylü kadınların işi zordu, ama onun işi daha zordu. Her şeye yetişme çabası, zaman zaman üzücü olaylara neden olurdu. Yeni emekleyen bebeğinin ocaktan yeni indirilmiş süt dolu tencereyi devirerek yaralanmasına göz yaşı dökecek vakit bile bulamamıştı. Bir de çocuğunu kaybetmişti. Çocuğuna ağıt yakacak vakti yoktu. Köy boşalınca yaşamı giderek zora girmişti. Çoluk çocukla herhangi bir kente gitmeleri mümkün değildi. Oralarda nasıl yaşayacaklardı? Ev yok, iş yok, kendilerine yardımcı olacak kimse yok. Aklına bir yakının ardiyesini kısa süreliğine de olsa ev olarak kullanma düşüncesi geldi. 1992 yılının bir yaz günü yakınının kapısını çaldı. Farelerin cirit attığı odada yaşama düşüncesini dile getirdi. Ev sahibi anahtarı bulamadığını söylemişti. Ardiye boştu, anahtar yoktu! O anahtar bir türlü bulunamadı! Yaklaşık iki saatlik mesafedeki evine döndü. Çok üzülmüştü. Bu olaydan, tam 25 yıl sonra söz edecekti.
Ana, Babayı devreye soktu bu kez. Onu komşu bir ilde oturan yakınlarının yanına gönderdi. Onlar da kulaklarını tıkadı. Bütün evler ya satılmış ya da kiraya verilmişti. Kiralık ev bulmak kolay değil, diyorlardı. Baba, yakınlarının duyarsızlığına isyan etti ve bir daha ev arama işine girişmedi.
Kırılmış, incinmişti.
Bir gün, Babadan ‘fırça’ yediği söylenen çavuş, Ana ve çocuklarının yalnız olduğu sabahın erken saatinde kapıyı çalmış, evin aranacağını söylemişti. Tek haneli köy evinde ne olur? Un, şeker, çay, makarna, patates, tereyağı, çökelek, kap kacak, yatak… Pencere önünde ilkokul çocuklarının defter ve kitapları… Bir ya da iki kurşun kalem, kalemtıraş, ve silgi… Sararmış bir zarf… Belki düğün davetiyesi ya da Kırmızıköprü Postanesinden çıkagelen mektup. Toprak sıvalı evin duvarında işlemeli bir örtünün altında Babanın takım elbisesi ve kravatı… Babanın cebinde çocuklarına getirdiği bir avuç leblebi ve üzüm.
Daha fazlası olmaz!
Evde arama yapan çavuştan, ‘fırça’nın ‘hakkı’nı vermesi beklenirdi. Un çuvallarını elledi biri, içini karıştırdı. Çocukların defterlerini tükürükle ıslattığı parmağıyla çevirdi bir diğeri. Babanın duvara asılı elbiselerinin ceplerine ellerini sokan, yıpranmış bir 10 liradan başka bir şey bulamadı. Bizim memlekette yabancıların mutfağa girmesi ayıplanır, girdiler. Çökeleği, tereyağını, yarısı kalmış gri poşetteki “Çay Kamelya”yı, Erzurum kesme şekerini ellediler. Mutfaktaki tabak, bardak ve tencereleri birer birer elden geçirdiler. Aradıklarını bulamadılar!
Çavuş dediğin yaratıcı olur. Mehmet’in az önce karıştırdığı yeri bu kez çavuş yokladı. Büyük bir neşeyle döndü ve haykırdı:
Buldum!
Bilim insanlarının önemli buluşlardaki tarifsiz sevinci andırıyordu. Okuma ve yazma bilmeyen Ana ve Babanın evinde, ‘bildiri’ ve bir avuç mermi bulunuyordu! Hemen tutanak tutuldu. O tutanakta ne yazıldığını ne Ana ne de Baba okuyabilecekti.
Okumadılar…
Bu olaydan sadece birkaç ay sonraydı. Keçilerini boğazlayan kurtları ürkütmekten çekinen köylü o gün eve geldi ve takım elbisesini çıkararak duvardaki askıya astı. Cebinden iki sakız çıkarıp çocuklarına verdi. Gazeteleri masaya koydu. Sarı renkli çizgili sarı pijamasını giyindi. Köy sofrası… Alüminyum kâseler içinde yoğurt sofradaki yerini aldı. Belki taze fasulye de vardı, onu hatırlayan yok. Henüz altı yaşındaki oğlu, ablasının yanına oturdu. Neşe içinde yemeğe başlandı. Ana, azalan ekmeği ve eksilen yoğurdu takviye ediyordu. Daha yeni sofradan kalkmışlardı ki kapı açıldı ve içeri eli silahlı beş kişi girdi. Küçük çocuk ablasına iyice sokuldu.
Kapıyı hızla çarptılar. Duvardaki saz yerinden oynadı. Gaz lambasının alevi titredi ve sönmekten son anda kurtuldu. Kedi evin kuytuluk bir yerine gizlendi. Cevize tırmanan sincabın, mağarada geceleyen dağ keçilerinin, kaya oyuğunda geceleyen kartalların, dalda tünekleyen serçelerin huzuru kaçtı.
Bu beş davetsiz misafir, silahlarıyla birlikte oturdular sofraya. Yemek istediler. Ana bulabildiği yiyecekleri önlerine koydu. Karınlarını doyurduktan sonra yanlarında götürmek üzere ekmek istediler. Evdeki son ekmeği de tüketmişlerdi. Ana hamur yoğurdu, mayaladı. Karanlıkta duvara asılı sacı buldu, odun getirdi ve ateş yaktı. Bu davetsiz misafirlere ekmek pişirdi. Ekmek, çökelek, tereyağı ne varsa torbaya doldurdular. Yola çıkmadan Baba’dan yol göstermesini istediler.
Baba, sarı pijaması ve terliğiyle kapıya kadar çıktı ve karanlığa karıştı. Kısa süren bir sessizlikten sonra Ana ve iki çocuğu endişeyle bekledi. Ana, iki çocuğuna sarıldı. Açık kapıdan içeri giren soğuk rüzgâr, lambanın alevini titretti ve camını çatlattı. Evden çıktıktan sonra diğer silahlı kişiler de katıldı bu beş kişiye. Çoğaldılar. Babayı kollarından kavrayıp sürüklemeye başladılar. Terliği ayağından çıktı, yalınayak sürüklüyorlardı. Baba direniyordu. Sesi, Pülümür Vadisi’nin yalnızlığında yankılanıyordu. Pijaması ağaç dalına takılmış, yırtılmıştı. Koca bileğindeki saat ortadan kaybolmuştu.
Sürükleye sürükleye götürdüler her gün soluklandığı dere kıyısından. Vadide yankılanan çığlığı bütün canlılar duydu. Ağlayan Kayalar’ın yanına kadar işkence yaptılar. Kayalar işte o sırada ağladı, gözyaşını tutamadı. Yalın ayaktı. Üstü başı parçalanmış, vücudu yara bere içinde kalmıştı. Teke tek dövüşemeyenler, o akşam, karanlıkta silahlardan aldıkları güçle, Babanın koca gövdesine tekme ve yumruk darbeleri indiriyordu. Cesaret edip bakamadıkları yüze yumruk üstüne yumruk atıyorlardı.
Oli’ye 200 m mesafede, Ağlayan Kayalar’ın yanı başında kurşun yağdırdılar. Kurşun sesleri vadinin sessizliğinde dalga dalga yayıldı. İlkokul çağındaki çocukların saymakta zorlanacağı kadar kurşun sıkılmıştı bedenine. Vücudundan kopan parçalar çevreye yayıldı. Ana, kucakladığı iki çocuğuna daha sıkı sarıldı. Silah sesleri, Baba’dan nefret edenlere tez ulaştı. Kulakları ordaydı. Haber bekliyorlardı. Eli silahlı kişilerin, yoksul bir köylüyü hedef almalarının, eğilenlerin eseri olduğunu herkes biliyordu.
Yarım saat önce evinde yemek yedikleri yoksul köylüye işkence yapan ve kurşuna dizen katiller, aynı köylünün evindeki son yiyecekleri de yanlarına almışlardı. Cinayetten sonra o yiyeceklerle kurdular sofralarını. Ananın zifiri karanlığı aydınlatan odun ateşiyle pişirdiği ekmeği, Ablanın yoğurduğu çökeleği yerken vicdan azabı çekmediler. Ağabeyi, Ablayı, küçük kardeşleri yetim bırakmışlardı. Yetim bıraktıkları çocukların emek verdiği yiyeceklerle beslendiler bir süre. Dul bıraktıkları Ananın ekmeğini yemişlerdi.
Cinayeti, düşmanca duygularla işlemişlerdi. Kendilerine yataklık yapan düşkünlerin öfkesini onlar kusmuştu. O yoksul köylünün evinin yakınlarına kadar onlara kimlerin kılavuzluk yaptığı, iş birlikçilerin, evin etrafında gizlenen kişiler arasında yer alıp almadıklarını sorgulayacak bir vicdan yoktu. Kamu vicdanı suskundu. Bu düşkünlerin, cinayet anına tanıklık edip etmedikleri de sorgulanmadı… Sıradan bir olayda bile gösterilen tepki, çocuklarının ve eşinin korku dolu bakışları arasında kahpece kaçırılarak insanlık dışı yöntemlerle canına kıyılan köylü için gösterilmemişti.
Alçaklığa, kalleşliğe, yalakalığa karşı dimdik duran bir yoksul köylü acımasızca katlediliyor, ancak onu korumak zorunda olan devlet cansız bedeninin köyüne gömülmesine izin vermiyordu. Devlet, vatandaşın canının değil, cenazesinin güvenliğini sağlıyordu. O, ölümüne savundu köyünü… Yetkililer ise ölüsünü kaçırdı köyünden.
48 yaşında canına kıyılan köylünün tabutundan damlayan kan, vicdansızlığın, kalleşliğin, acımasızlığın, hukuk tanımazlığın utanç lekesi olarak tarihin kayıtlarına geçiyordu. Yöre insanının lokma dağıttığı, dua ettiği Oli’nin kutsal mekânına, yoksul bir köylünün kanı sıçratılmıştı. Kayalar bu kez daha iri döktü göz yaşlarını. Ağlayan Kayalar’ın döktüğü göz yaşlarına Babanın kanı karışmıştı. Tertemiz kan Pülümür Çayı’na döküldü.
Dedenin yetim bıraktığı Pülümür Vadisi, Babanın çığlıklarıyla yankılandı. Bu çığlığı bütün vadi duydu. Dağ keçileri, yaban kedileri, bozayılar, tilkiler, sansarlar, gözleri parlayan kurtlar, sincaplar, kaplumbağalar, kırmızı benekli alabalıklar, kartallar, güvercinler, keklikler, minik serçeler, tavşanlar, ateş böcekleri ve daha niceleri… Vadinin bütün canlıları… Yaprağı turunculaşan kavaklar, yayvan sarı yapraklarını rüzgâra kaptıran cevizler, sonbahara direnen meşe ağaçları… Pülümür Çayı’nın kıyısındaki söğüt, akasya ve kavak ağaçları, çalı süpürgeleri… Dolunay, yıldızlar, mavi gök, güneş… Köprünün altındaki soğuk pınar… Kar suyuyla beslenen dere… Hepsi duydu ve tanıklık etti bu insanlık dışı cinayete.
Süleyman dedenin ardından, Babanın acı yolculuğuyla, Pülümür Vadisi ıssızlığa büründü ve büsbütün yetim kaldı.
(Pülümür Kırmızıköprü, 17 Ekim 2017)