Şahanım (Resim: Songül Canerik)
Şahanım (Resim: Songül Canerik)

Köyde ekilebilir alanların çoğu ormandan kazanılmıştı.  Meşe ormanından kazanılan tarlalara buğday, arpa, fiğ ekilirdi. O tarihte tapu kayıtlarının sağlıklı tutulduğu söylenemezdi.  Bazı alanların sınırları dere, çay,  ağaç, tümsek vb. varlıklar esas alınarak kayıt altına alınırdı. Tarla sınırlarını meşe, armut, söğüt, kavak ve alıç ağaçları oluşturuyordu. Bazı sınırlar, ‘kurç’ adı verilen, üst üste yığılmış taşlarla belirlenirdi. Gücü yeten, sınırı kendi lehine değiştirirdi.  Babadan kalma tarlalar erkek çocuklar arasında bölüştürülürdü.  O yıllarda kızlara mirastan pay verilmezdi. Kızlar evlendirildikten sonra yılda bir kez ziyaret edilir, hediyeler verilirdi.  Hediyeler, baba evinden ayrılan kızlara mirastan bir  tür pay vermek demekti. 

Ormanlık bir yamacın eteğindeki Çimenli köyü,  yaklaşık otuz haneliydi. Köyün çevresi  meşe ormanıyla kaplıydı. Yükseğe doğru çıkıldıkça bitki örtüsü zayıflıyor, meşe, yerini ardıca bırakıyordu. Kavak, çınar, ayı elması vd. ağaçlar, meşe ormanına zenginlik katıyordu. Ormandaki zengin bitki varlığı, sonbaharda rengârenk yapraklarıyla mutluluk saçıyordu. Köyde, ilkokul dışındaki yapıların  tamamı toprak damlıydı. Tek ya da iki katlı toprak damlı evler âdeta iç içe geçmişti. Bazı evler uzun kavak ağaçlarından görünmüyordu. Birçoğu bitişik evlerden iki katlı olanların alt katı ahır olarak kullanılıyordu.

Kış mevsimi uzun ve sert geçerdi. Uzun kış günlerinden sonra gelen ilkbahar köye can verirdi. Kış boyunca ahırda tutulan katırlar kar erir erimez dağa salınır, işlerin yoğunlaşmaya başladığı zaman köye getirilirdi. Köylülerin ana geçim kaynağı hayvancılıktı. Çimenli’de büyükbaş ve küçükbaş hayvan yetiştirilirdi. Meşe ormanından dolayı keçi sayısı, diğer hayvanlardan fazlaydı.   

Ali Hıdır ile İsmail, ilkbahar başlar başlamaz işe koyulurdu. Babadan kalma tarlalarda küçük çaplı üretim yapıyorlardı. İki kardeş, diğer köylüler gibi, küçükbaş ve büyükbaş hayvan besliyordu. İlkbaharda tarlaları ekiyor, bozulan çitleri onarıyorlardı. Yaz mevsimi, özellikle ekin zamanı,  oldukça yoğun geçiyordu. Çayırlar biçildikten sonra sıra fiğ, arpa ve buğdaya geliyordu. Sonbaharda katırlara yüklenen buğday, köye yaklaşık iki kilometre uzaklıkta, çayın kıyısındaki su değirmeninde öğütülüyordu.

Kardeşlerin büyüğü olan Ali Hıdır askere gitmeden önce Saray’la evlendi.  Hasan Ağa, oğluna davullu zurnalı bir düğün yaptı. Köyün aşçısı Kamber, koca bakır kazanlarda yemek pişirdi. Tereyağlı bulgur pilavı ile üzüm hoşafını kadınlar yaptı. Üç gün süren düğüne yüzlerce davetli katıldı. Davetliler akşam konaklara dağıtıldı. Düğün sevinci gece yarısına kadar devam etti. Düğün sahibi,  takı takan davetlileri eli boş göndermedi. Gelinin çeyiz sandığı davetliler için açılmıştı.  Davetliler gömlek, pijama, bir çift yün çorap, oya işlemeli tülbent, yazma, havlu, şal  vb, hediyelerle uğurlandı.

Buğday tarlası
Buğday tarlası

Saray, evlendirildiğinde on beş yaşında bir çocuktu. Ali Hıdır ise on yedisine yeni basmıştı. Toprak damlı evin iki odası bir de mutfağı vardı. Çocuk gelin kara çarşaf giydirilerek baba evinden uğurlanmıştı. At sırtında ayrıldığı baba evini ziyaret ettiğinde yirmi beş yaşında genç bir kadındı.  Saray, iki odalı evde yıllarca gelinlik yaptı. Gelinlerin, kayınpederleriyle yıllarca konuşmaması âdettendi. Kayınpederiyle on yıla yakın konuşmadı. Oya işlemeli kar beyazı tülbendini başından hiç çıkarmadı. İki görümcesi ondan önce evlenmişti. Evin her işine yetişme çabasındaydı. Hayvanların bakımı, temizlik, çamaşır, yemek vb. işler ondan sorulurdu. İlkbaharda evin toprakla sıvanması, tarlada çalışanlara yemek götürülmesi, köy çeşmesinden eve su taşınması da onun görevleri arasındaydı.

Saray, kaybettiği ilk çocuğuna hamileyken on altı yaşındaydı. Ölü doğum az daha yaşamına mal oluyordu. Çok kan kaybetmişti. Yüzü, rüzgârın savurduğu kuru bir yapraktan farksızdı. Bebeğini niçin kaybettiğini öğrenme fırsatı bulamayan talihsiz anne yeniden günlük işlerine döndü.

Aradan bir ya da iki yıl geçti.  Ali Hıdır, omzunda kurumuş bir armut dalıyla eve dönüyordu. Saray, eşini kapıda karşıladı. Evde kimse yoktu. Eşine sımsıkı sarılan genç kadın hemen müjdeyi verdi:

Hamileyim!

Saray, Ali Hıdır’ın gözlerinden süzülen sevinç gözyaşlarını ince parmaklarıyla sildi. Genç karı koca bu sevinci aylarca kimseyle paylaşmadı. Kayınvalide, gelinin hamile olduğunu öğrendiğinde nasihat yağmuruna tuttu:

Ağır yük kaldırma!

Çirkinlerin yüzüne bakma, çocuğun çirkin olur!

Karanlıkta dışarı çıkma, çarpılırsın!

Sakın balık yeme, çocuğun gözleri küçük olur!

Gelin, kayınvalidesi Zeynep Hanım’ın nasihatlerini can kulağıyla dinledi. 

Çimenli’de  rüzgârın süpürdüğü sarı yapraklar yaklaşan kışı haber veriyordu. Köylüler kış hazırlıklarını tamamlama çabasındaydı. Çoğu köylü un, şeker, çay ihtiyacını karşılamıştı. Köye yarım saat uzaklıkta, TEKEL’in işlettiği tuzladan kamyonla getirilen tuzdan herkes iki-üç teneke almıştı.  Meşe odunu doğranıp istiflenmiş, meşe yaprağı kesilip ağaç dalları arasında dizilmiş, yayladan katır sırtında taşınan kinkor (çarçır) samanlıktaki yerini almıştı. Samanı ve buğdayı yetersiz bazı köylüler, soluğu komşu Erzincan’ın köylerinde almıştı. Erzincan ovasında yerli karakılçık buğdayı ekiliyordu. Lif, protein, mineral ve vitamin değerleri yüksek karakılçık buğdayı ile samanı kamyona yükleyen köylüler derin bir nefes alıyordu.  

Erzincan Buğday Meydanı
Erzincan Buğday Meydanı

Hasan Ağa, Erzincan Buğday Meydanı’nda dolaşırken, birkaç ay sonra doğum yapacak olan gelinini düşünüyordu. Meydan, taze kavrulmuş leblebi kokuyordu.  Zeynep Hanım, eşi yola çıkmadan önce, dut kurusu, kuru kayısı, nohut ve üzümü hatırlatmak için parmağına keçi kılından dokuduğu kırmızı iplik halka geçirmişti. Doğum yapan kadınlara tereyağlı dut kurusu ile kuru kayısı yedirmek âdettendi. Kan kaybeden lohusa kadının tereyağlı dut ve kayısıyla çabuk toparlanacağına inanılırdı.   Doğumdan sonra köylü kadınlar eve yemeğe çağrılır, etli nohut,  bulgur pilavı ve üzüm hoşafı ikram edilirdi. Bebek görmeye gelen kadınlar, yemekten sonra bebeğe çeşitli hediyeler verirdi.

Hasan Ağa dut kurusu, kuru kayısı, kuru üzüm, leblebi, fıstık, nohut, kuru fasulye, bulgur, pirinç, mercimek çuvallarının art arda dizildiği bakkala girmeden önce ceplerini yokladı. Ağır adımlarla girdiği bakkala dikkatlice göz gezdirdi. Kendisini ayakta karşılayan bakkalla selamlaştıktan sonra ahşap sandalyeye oturdu. Kasketini sağ dizinin üzerine koydu. Cebinden tütün tabakasını çıkardı.  Sararmış parmaklarıyla tütün sardı, diliyle ıslatarak yapıştırdı. Burun deliklerinden çıkardığı duman diz kapaklarına kadar iniyor, ardından bakkala yayılıyordu.

Bakkal kâğıt torbalara dut kurusu, kuru kayısı, kuru üzüm, leblebi, nohut doldurdu. Hasan Ağa, Erzurum şekeriyle kıtlama çay içti. Bakkal çay, şeker, Pereja limon kolonyası, akide  şekeri, tütün, Philips radyo için Pilma çelik pil, Gislaved ayakkabı, kibrit vd. siparişleri de hazırladıktan sonra fileye yerleştirdi.

Hasan Ağa, işaret ve orta parmağı arasında seçilemeyecek kadar küçülen  sigarasını başparmağıyla söndürdü. Bakkala yakın bir manifaturacıdan birkaç metre pazen, tülbent, patiska, muşamba üçgen bez, iğne, iplik, tığ, boncuk vb. aldıktan sonra köyüne döndü. 

Çimenli, soğuk  kışa hazırlanırken Ankara  ısınıyordu. Hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma ve  rüşvet almış başını gidiyordu. Köylülerin kulağı  transistörlü radyolardaydı. Çimenli’de bir ya da iki evde bulunan pilli radyolara göre, Türkiye güllük gülistanlıktı.

Hasan Ağa,  Philips radyodan akşam ajansını dinledikten sonra tütün tabakasının kapağını açtı. Gümüş  tabakadan  bir tutam tütün çıkardı. Bir çocuğun serçe parmağı kalınlığındaki sigaradan yayılan duman odayı kapladı.

İki pencereli odanın gıcırdayan kapısı açıldı. Saray, mavi çinko çaydanlıkla içeri girdi. Bardakları, kırmızı beyaz mika çay tabaklarını, Erzurum kesme şekerini mavi şeritli beyaz çinko tepside odaya getirdi. Karnı burnundaydı. Çayları dağıttıktan sonra bir köşeye oturdu. Boşalan bardakları doldurmak için arada bir ayağa kalkıyordu.

Günler iyice kısalmıştı. Hava erken kararıyordu. Sobalar kurulmuştu. Sabah ve akşam saatlerinde soba yakılıyordu. Nineler, gaz lambalarının ışığında torunlarına masal anlatıyordu. Islık öttüren rüzgâr, perdeleri havalandırıyordu.

Kasım ayı ortalarında yağan karla birlikte zorlu kış günleri başlamıştı. Saray’ın doğumuna haftalar kalmıştı. Kayınvalide, yaklaşan doğumdan dolayı gelinini ağır işlerden uzak tuttu.

Saray,  doğum sancısı çekmeye başladığında yollar kapanmış, her yer beyaza bürünmüştü.

Genç kadına yardım için köylü bir kadın eve çağrıldı. Akşamüzeriydi. Rüzgârın süpürdüğü kar, pencere ve kapı çatlaklarından içeri giriyordu. Tipi, kardaki tüm izleri siliyordu. Saray’ın doğum çığlıkları,  rüzgâra karışıyordu.

Hasan Ağa, Ali Hıdır ve İsmail, komşularına konuk olmuştu. Ali Hıdır, yerinde duramıyordu.  Arada bir dışarıya çıkıyor, evden gelecek müjdeli haber için sabırsızlanıyordu.

Ali Hıdır, Saray’ın bir kız çocuğu doğurduğunu öğrendiğinde önce üzüldü. Aklından hep bir erkek çocuğu geçirmişti. Hasan Ağa da benzer duygular içindeydi. Zamanla aile bebeğe alıştı. Kızın adını dedesi koydu.

Şahanım, kış ortasında evi ısıtan minik bir yürekti artık. Bebek üç günlükken köyün kadınları yemeğe davet edildi.

Şahanım altı aylıkken amcası İsmail evlendi. Hasan Ağa, keçilerini,  tarlalarını, çayırlarını ve  meyve ağaçlarını Ali Hıdır ile İsmail arasında bölüştürdü.  İsmail, ayrı bir eve taşındı.

Aradan yıllar geçti.

Saray’ın bir daha çocuğu olmadı. Şahanım’ın  okula başlamasına aylar kalmıştı. Babası,  okul çağına gelen kızı için siyah önlük, kurdele, defter, kalem, kalemtıraş, silgi vb. almıştı. Annesi, kızına dantel yakalık örmüştü. Şahanım,  mavi boncuklu bilekliği sağ bileğine taktı. Babasına sımsıkı sarılan çocuk, okul araç gereçlerini duvara gömülü minik dolaba özenle yerleştirdi. 

İsmail,  iki erkek bir de kız çocuk babasıydı. Tarlaların adil biçimde dağıtılmadığını düşünüyordu.  Abisine ait ceviz ağacını silkeliyor, armutları topluyor,  kuru meyve dallarını evine taşıyordu. Ali Hıdır ve Saray,  İsmail’in davranışlarından dolayı üzüntüye kapılıyor, ancak ses çıkarmıyordu.

Yıkıntılarda boy veren acılar
Yıkıntılarda boy veren acılar

Sararan yapraklar, sonbaharın habercisiydi. Çimenlili çocuklar, yeşil ceviz kabuğundan kararan ellerini temizlemek için dereye iniyordu. Okulda öğretmen temizlik yoklaması yaparken, ellere dikkat ederdi. Mendil üzerinde uzatılan iki minik el temiz olmalıydı. Derede, eller kumla ovularak ağartılıyordu.  Dereye inen çocuklardan biri de  Şahanım’dı. 

Üç ya da beş çocuk kısa sürede dağıldı. Şahanım, arkadaşlarıyla birlikte ellerini temizledikten sonra evin yolunu tuttu.   Ortalıkta kimsecikler yoktu. Bir kedi, samanlığın minik penceresinde uykuya dalmıştı. Köyün yorgun köpeklerinin her biri bir yerde uyukluyordu.  Ali Hıdır’la Saray, tarlanın çevresinde kuru meşe dallarını topluyordu.

İsmail, tek başına eve doğru yürüyen yeğeninin yanına yaklaştı. Kırmızı horoz şekerini kıza uzattı. Elinden tuttuğu Şahanım’la birlikte köyden uzaklaştı.

İsmail, Şahanım’la birlikte köyden uzaklaşırken, bir duvara sırtını yaslayan Seykamer  tespih çekiyordu. Otuz üç siyah boncuktan oluşan sarı püsküllü tespih, Oltu taşındandı. 

Pir Seykamer,   Evladı Resul olarak   tanınan  aileden geliyordu. Yılda bir kez taliplerini ziyaret eder, onlara iyilik, doğruluk, dürüstlük üzerine nasihatlerde bulunurdu. Haksızlığa uğrayan taliplerine sahip çıkardı.  Pir, taliplerinin  gönlünden kopan çılalığla  evine dönerdi.  

Ali Hıdır ile Saray,  odundan döndüğünde evde iki yaşlıdan başka kimse   yoktu. Babaanneyle dede  Şahanım’dan  habersizdi. Hemen dışarı çıktılar. Yüksek sesle kıza seslendiler.  Komşuların kapısını çaldılar. Kızı,  dereye birlikte indiği çocuklara sordular.  Çocuklardan, dereden köye birlikte döndüklerini öğrendiler.

Şahanım ortalıkta görünmüyordu.

Köy Şahanım için hareketlendiğinde, uzaktaki sarp kayalıktan güvercinler kanatlandı.

Köy meydanında biriken kalabalığa sonradan katılan İsmail, yeğeni için ağıt yakmaya başladı.  Yıkılmaya yüz tutmuş evin duvarına tutunmuş, gözyaşı döküyordu. Pir Seykamer, kalabalıktan uzakta ağıt yakan İsmail’in yanına gitti.

Kızı senin götürdüğünü gördüm, ona ne yaptın, diye sordu.

İsmail, sağ işaret parmağını dudağına yaklaştırarak,  Pir Seykamer’den susmasını istedi.

Sana  şu büyük tarlayı veririm.

Koca köy Şahanım için ayağa kalktı.  Günlerce süren aramalarda herhangi bir ize rastlanmadı.  Çalışmalar, sabah gün ışımadan başlıyor, gece geç saatlere kadar sürüyordu. Tüm aramalar sonuçsuz kaldı. Saray’ın göz pınarları kurudu. Ağlamaktan, ağıt yakmaktan sesi kısılmıştı. Karı koca yemeden içmeden kesilmişti. Birkaç gün içinde yaşlanmışlardı. Babaannenin gözlerinin feri sönmüştü. Kayıp torunu için dizlerini dövüyor, Hızır’a yakarıyordu. Dede, bastonuna dayanarak  torununu arıyor, isyan ediyordu.

Yaklaşık on gün kendisinden haber alınamayan Şahanım’dan umut kesilmişti. Kızı aramaya çıkanların sayısı iyice azalmıştı. İsmail, herkesten önce kalkıyor, dere tepe demeden yeğenini arıyordu.

Bir gün Çomar, ağzında bir çocuk kolu,  köy meydanında göründü.  Köpeğin ağzındaki kolu ilk gören bir çocuk oldu. Haber tez yayıldı. Köylüler, köpeğin ağzından minik kolu aldılar. Saray’ın çığlıkları, toprak damlı evlerin taş duvarlarında yankılanıyordu. Annenin gözyaşlarıyla mavi boncuklu bileklik yıkanıyordu. Şahanım’ın sarp kayalıkta parçalanan minik bedeni toplandı, küçük bir tabuta kondu. Olay, kayıtlara ‘kaza’ olarak geçti.

Pir Seykamer, cinayet gerçeğini yakın çevresiyle paylaştığında yaşamının sonbaharındaydı:

İsmail, bana büyük tarla için söz vermişti,  ama sözünü tutmadı! 

(Körfez, 26 Ocak 2022)

 

Yorumlar   

0 # Hüseyin Mercan 26-01-2022 23:51
İçim burkuldu.
Cevap | Alıntıyla Cevapla | Alıntı

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault