Organik, Fransızca kökenli bir sıfat. Doğal yolla yapılan anlamında kullanılıyor. Bana sorulacak olursa, organik, fahiş fiyatla satılan ürün demektir. Son yıllarda daha sık karşılaştığımız bir kavram. Bebekler bile emdikleri sütün doğal olup olmadığını merak ediyor. Bayramda şeker ikram ettiğiniz çocukların, şekerin doğallığı ile ilgili sorularına muhatap olabilirsiniz:
Amca, şeker organik mi?
Gel de cevapla!
Aklıma hemen Organik Şeker Fabrikasının emektar işçisi Süleyman dayım geliyor. Telefona sarılıyorum:
Dayı, ürettiğiniz şeker organik mi?
Dayım, kurum kültürüyle yetişmiş, ağzından laf alamazsınız. Çalıştığı kurumun aleyhinde konuştuğuna kimse tanık olmamıştır. Gerçek dışı bilgi de vermek istemiyor. Şeker üzerine uzun uzadıya bazı açıklamalar yapıyor, ama kapıdaki çocuklar sabırsız. Soruyu tekrarlıyorum, ama sonuç yok. Çocuklara şekerle ilgili bazı bilgiler veriyorum. Belli ki onlar benden daha çok şey biliyorlar, uzatmıyorum.
Çocuklara birer şekeri bile güçlükle veriyorum.
Trabzonlu aşçımız Fatma Hamzan, tam bir organik ürün tutkunu. Eli çabuk, güler yüzlü ustamızın hastalandığı görülmemiştir. Çünkü o, kendisine hastalanmayı yasaklamıştır. Yemeklerde kullandığı ürünlerin doğal olmasına özen gösteriyor. Çayeli kuru fasulyesi, Fatma Hanım’ın vazgeçilmez yemeklerindendir. Beşikdüzü tereyağından yapılan pilav, Osmancık ürünüdür. Fatma Hanım’ın yemek sonrası promosyonu, Türk kahvesidir (Fatma Hanım’ın bedava tatlıları, şekerimizi düşüren bir doğa mucizesidir).
Aile kasabımız Özcan da ‘organik’ tutkunu… Geçen gün kapısının önünden geçerken, kesilmek üzere bekletilen boğanın boynuzlarından canımı zor kurtardım! Özcan usta, boğasının ‘organik’ ürün kaynağı oluşuyla övünüyor.
Rize kavurmasını yemek istediğimizde, yolumuz, Temel’in Yeri’ne düşer. Ustamızın yemek sonrası ‘promosyonu’ ise Rize’nin meşhur yeşil çayıdır (Ayıptır söylemesi, Temel usta, yeşil çayı bana ilk tanıtan kişidir).
Organik kavurma, organik süt, organik ceviz…
Bu kavramla acaba kaç yaşında tanışmıştım?
Ortaokuldayken beslenme, benim için, okula beş dakika mesafedeki eve koşarak gitmek ve sorgulamadan yemekti. Sofradaki yemeklerle ilgili yorum yapacak durumda değildik. İtiraf etmeliyim ki, Kırmızıköprü’deyken, annemden habersiz Halk Restaurant’a uğrayıp sevgili Mustafa Fırat amcamızın meşhur kuru fasulyesini ya da haşlamasını yemek keyif vericiydi (Annem duymasın!). Mustafa amca, Halk Restaurant’ın aşçısı, garsonu, patronuydu. Daha doğrusu, her şeyiydi. Lokantasında beş ya da altı dolayında masa vardı. Masaların demirbaşı sürahiler, alüminyumdu ve tertemizdi. O zaman hazır su yoktu. Sularımız temiz ve sağlıklıydı. Sürahiden pek su içmezdik, çünkü Ali Hıdır Pekin’in bakkalının yanı başındaki çeşmeden buz gibi soğuk su akardı. Okulumuz da bakkalın yanındaydı. Bakkalın üstündeki kahvehanenin bitişiğindeki üç derslikli Kırmızıköprü Ortaokulunda okurduk, ama aklımıza ‘pişti’, okey vb. oynamak gelmezdi.
Mustafa amca, biz çocuklar dâhil, müşterilerine karşı özenli davranırdı. Masaya oturduğumuzda yanımıza gelir, düzgün bir Türkçeyle, bize seslenirdi:
-Efendim hoş geldiniz. Ne arzu ederdiniz?
-Yemeklerden ne var?
-Kuru, pilav…
Bazı günler haşlama çıktığı da olurdu, ama menünün değişmez yemeği kuru fasulyeydi. Kuru fasulyeyi tereddütsüz isterdik. Mustafa amca, kendisinden başka kimsenin çalışmadığı mutfağa seslenirdi:
Çek bir kuru!
Kuru fasulyenin ‘organik’ olup olmadığı konusu aklımıza gelmezdi. Zaten o yıllarda bu sözcük, sadece ders konusuydu. Yemekten sonra lokantaya yaklaşık 20 metre mesafedeki okulumuza koşar, balkondan, yolu gözlerdik. Pülümür-Tunceli kara yolunun kıyısındaki okulumuzdan yolunu gözlediğimiz araçlar seyrek geçerdi. Ders zilini duyduğumuzda 40 mevcutlu sınıfımızdaki sıramıza otururduk. Türkçe sevgisini bize kazandıran öğretmenlerimiz İbrahim Kaygısız ile Osman İşler’i, Fen Bilgisi öğretmenlerimiz Muhammet Altınbaş ve Celal Kukul’u, Matematik öğretmenimiz Ali Küçükaydın’ı dikkatle dinlerdik.
Mezra, Uzunevler, Gökçekonak, Çatalyaka, Akdik, Salördek vd. köylerden yürüyerek okula gelen arkadaşlarımızın bir kısmı evden getirdikleri yemekleri yerdi. Onların da aklına ‘organik’ lafı gelmezdi. Çatalyaka’dan yürüyerek okula gelen sınıf arkadaşlarım Haydar Gül ve Haydar Doğan da onlardan biriydi.
Esenevler İlkokulundan öğrencilerim Deniz Duman, Nurten Duman, Hamail Cengiz, Hasan Cengiz, Türkan Çakır, Öznur Kaplan, Özgür Kaplan, Erkan Yılmaz, Yazgül Özçelik ve Ahmet Kaçmaz’ın beslenme çantası var mıydı, hatırlamıyorum. Telku Mahallesi’nde oturan Özgür, Öznur, Nurten ve Deniz’in öğle yemeklerini, sobanın üzerinde ısıttıklarını hatırlıyorum. Hepsi, başkalarının ikramından uzak duran gururlu çocuklardı. Onlar için de ‘organik’ kavramının bir önemi yoktu. Tezek yakılan sobanın başında ısıtılan dürüm, dünyanın en güzel yemeklerinden biri sayılırdı.
Yemek için anne ya da babaların, çocukların peşinde koşturmadıkları yıllardı. Seçeneklerimiz sınırlı, besin kaynaklarımız sağlıklıydı. Evde pişirilen ekmeğimiz tam buğday unundandı. Kırmızıköprü’deki değirmenimizde öğütülen buğday Erzincan kaynaklıydı. Su değirmenimizin taşı, Kars’tan getirtilirdi. Buğday bizimdi. Buğdayın yıkandığı Salördek suyu hepimizindi. Buğdayı öğüten değirmen bütün köylülerindi. Bir yaz tatilini çalışarak geçirdiğim değirmen, dostluk ve kardeşliğin mekânıydı. Annelerimizin elinde biçimlendirilen hamur, sacın üzerinde pişirilerek sofralara taşınırdı. Sacın altında yanan odun da ‘yabancı’ sayılmazdı. Ekmeğimiz, ‘yerli’ meşe odunun ateşiyle pişirilirdi.
‘Organik’ sözcüğü bize sadece Kimya dersini çağrıştırırdı. Bu kavramla, lise yıllarında tanışmadığımızdan da eminim. O yıllarda elimize ne geçse yerdik. Ülser, kalp, tansiyon vb. kavramlar bizim için sadece Biyoloji dersi konusuydu.
Derede yüzerken gözlerimizi kapatmadığımız da olurdu. Salördek köprüsünden geçen büyüklerimizin suya attığı metal paraları suyun dibinde görürdük. Oltayla balık yakalamanın kolay olduğu yıllardı. Serpme vb. av malzemelerinin sayısı çok sınırlıydı.
Aradan yıllar geçti.
Derelerimiz kirletildi. Su, balıklar için yaşanmaz hâle getirildi.
Ormanda özgürce sıçrayan tavşanlar ürkmeye başladı.
Tepemizde daireler çizerek uçan kartalların sayısı azaldı.
Kelebekler, kuşlar, arılar bile hastalandı. 80’li yıllarda yayılan arı biti, arılarımızı kanatsız bırakarak ölüme mahkûm etmişti.
Tarıma devlet desteği, tarlasını ekip biçmeyenlere yapılıyordu. Tarlaya adım atmayanlar, devlet desteğiyle ödüllendiriliyordu. Devlet, çalışkanlığı değil, tembelliği ödüllendiriyordu.
Erzincan’daki tarlalarda üretim azalmış, buğday ihtiyacı karşılanamaz hâle gelmişti. Değirmene getirilen buğday miktarı giderek azalmıştı. Değirmenin taşının dönmediği yıllardaydık. Çavuş amcam (Kamber Canerik), Kars’tan değirmen taşı getirtmekten vazgeçmişti. Değirmenin esmer unu yerine, kabuğu soyulmuş buğdaydan üretilen bembeyaz un tüketimine hız verilmişti. Beyaz undan yapılan ekmek sakız gibi olur. Erzincan’daki ‘fabrika unu’na uygun damak zevki yaratılmıştı.
Bizim boz ayılar, dağda bayırda avlayacak bir hayvan bulamaz olmuştu. Çünkü hayvan beslemek ayıplanan davranışlardan biri olarak görülmekteydi. Hayvancılık, bize yakıştırılmayan uğraşlar arasında sayılıyordu. Toplum, kaynağı belli olmayan besin ürünlerini tüketmeye bir anlamda mecbur bırakıldı. Hazır gıda sektörü, yerli üretimi baltalanmış bir ülkede, kural tanımıyordu.
Şehirde hazır ekmek tüketmenin prim yaptığı yıllardı. Anne ve babalar, kızlarını, üreticilerle evlendirmekten kaçınır hâle gelmişti. Kızı köylüye vermek, onur kırıcıydı artık. Bizim Mezra köyünün çalışkan gençlerinden Zülfikâr, tarladan ve hayvanlarından kopamadığı için bekârlığa mahkûm edilmiş, baba evinde yaşlanmıştı.
Nurcan teyze bütün tavuklarını kesmişti. Bakkaldan yumurta almak, artık keyifli bir tüketim alışkanlığıydı.
Evinin önündeki çeşmeden su içmek istemeyen bazı köylülerin, ‘pet’ şişeden su içtikleri bile oluyordu.
Kara lastikle (Erzincan Çelik) su içip hastalanmadığımız günler geride kalmıştı. Çok sık hastalanıyorduk. Hastaneler meskenimiz olmuştu. Erzincan SSK-Devlet Hastanesine uğramadan edemiyorduk. Kuyrukta beklemek istemeyenlerin tercihi, Dâhiliye Uzmanı Dr. Yılmaz Sağlam ya da Dr. Mehmet Külahlıoğlu’nun Ordu Caddesi’ndeki muayenehaneleri oluyordu.
Doğayı kirleten ve organik üretime son veren sistem, hastalıklardan kurtulmaları için insanlara ‘organik’ ürün ‘ikram’ ediyordu. Tavuğunu kesen Nurcan teyzeye pahalı tavuk ve yumurta satılıyor, ceviz ağaçlarını kesip paraya çeviren Binali amcaya da Amerikan malı ceviz pazarlanıyordu.
İmam Düz’ün Tercan’da ürettiği balı bedavaya alan simsar, ‘organik’ etiketini yapıştırdığı kavanozu dolar üzerinden piyasaya sunuyordu. İmam’ın balını ‘beğenmeyen’ bazı köylüler, aynı balı, marketten, çok pahalıya alıyordu.
Sistem, ‘organik’ ürün piyasasıyla, yeni bir tüketici kuşağı yarattı. Yediğiniz ve içtiğiniz ürünlerin organik olup olmadığını ayırt etmeniz sanıldığı kadar kolay değil. Yerli üretici ile ilgili yaratılan kuşku, hazır gıda tekellerinin işine geliyor. Komşunun sağdığı taze sütü içmek yerine, raftakinin tercih edilmesinin nedeni budur. Yıllarca keyifle tükettiğimiz Kars kaşarının üretiminde tekelleşme çabaları da bundan. Köylüye üretimi yasaklamak için akla gelen her yöntem deneniyor.
‘Organik’ ürünler el yakıyor. Organik ürün hevesimin pahalıya mal olduğu günleri hatırlamak bile istemiyorum. Arkadaşım Nurettin Yıldız’ın önerisiyle satın aldığım bir avuç ‘organik’ ceviz içinin, bizim memlekette bir teneke ceviz fiyatıyla eş değer olduğunu bugüne kadar kimseye söylemiş değilim!
Benim ‘organik’ tutkum yok artık. Balı İmam Düz’den, peyniri Erzincan’ın bir dağ köyünden, cevizi de Pülümür köylerinden alıyorum. Fındığımız, Giresun’dan, Ayşegül Nüman’dan…
Şimdi ne mi yapıyorum? Saklambaç oynarken ceviz yaprakları altında gizlendiğimiz günlerin özlemiyle, Mezra köyündeki ceviz ağacının gölgesinde ‘organik’ düşler kuruyorum!
08.03.2017, Körfez