Sekiz yaşındaki Eylül Yağlıkara ve başka çocukların acımasız cinayetlere kurban gitmesi, ‘bize ne oluyor’ sorusunu gündeme getirdi. Çocuk cinayetleri, olağandışı ve anlaşılması güç bir psikolojik vaka olarak görülmelidir. Çocuklara kıyan katiller için hiçbir toplumsal kuralın anlamı yok. Belki onlarla aynı iş yerinde çalışıyor, aynı servis aracını kullanıyor ve öğle yemeklerinde birlikte sıraya giriyoruz. Yemek kuyruğu, servis aracında birlikte yolculuk etmek, aynı tezgâhta çalışmak bu hastalıklı kişilikleri tanımak için yeterli olmuyor. Çocuklarımızın elini tutmalarına, saçlarını okşamalarına izin bile veriyoruz.
Onları ancak bu acı/utanç verici eylemleriyle tanıyabiliyoruz.
Son yıllarda kadın ve çocukları hedef alan şiddet eylemlerinde olağanüstü bir artış gözleniyor. Çocuk kaçırma, tecavüz, işkence vb. olguların sosyo-ekonomik nedenlerinin sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, büyük ihtiyaçlardan biri olarak önümüzde durmaktadır. Çocuklara yönelik şiddet eylemlerinin sosyal, ekonomik, psikolojik vb. açılardan ele alınması ve etkili önlemlerin geliştirilmesi, ilgili kurum/kuruluşların erteleyemeyeceği görevler arasındadır.
Çocukların tecavüz/tacize uğraması ve barbarca cinayetlere kurban olması, sadece yakınlarını değil, toplumun bütün kesimlerini sarsmaktadır. Cinayet ve tecavüz haberlerinin, en ince ayrıntılarıyla, sosyal medya başta olmak üzere, basın yayın organlarında yer alması, cinayet/tecavüzlerin yarattığı etkiyi büyütmekte ve kitlelerde depresyonu tetiklemektedir. Ateş, canavarın eline düşen masum bir çocuğun ailesiyle birlikte bütün ailelerin ocağına düşmektedir.
Çocuklarını cinayete ve tecavüze kurban veren Türkiye bir yangın yeridir. Bu yangına şöyle ya da böyle ortam hazırlayan ve benzin döken herkes suçludur. Çocuğu güvende olmayan bir ülke geleceğini ateşe atmaktadır.
Alevlerle gökyüzüne yükselen sadece Eylül’ün çığlığı değil, bütün bir ülkenin namusu ve vicdanıdır.
Türkiye’nin vicdanı yanmaktadır!
Cinayet/taciz/tecavüz olaylarının önlenememesi, hemen her gün bir benzerinin yaşanması, toplumsal öfke patlamasına yol açmaktadır. Katil/sapıklara idam talebinin arkasında bu ruh hâlinin etkili olduğu görülmektedir. Büyük öfke, katil/sapıkların fiziksel olarak ortadan kaldırılması, linç edilmesi vb. talepleri içeren eylemlerle dışa vurulmaktadır.
Çocuk ve kadın katliamları, tecavüz/taciz vb. davranışların kökleri eskiye dayanmaktadır. Çocukların dinsel amaçlarla kurban edilmesi, ilkokul çağındaki kız çocukların ‘dede’lerinin akranlarıyla evlendirilmesi, erkek çocukların ırzına geçilmesini ‘badeleme’ olarak hoş gören anlayış, erkekleri kadın kılığında dans ettiren kültürel altyapı, kadın-erkek arasına örülen duvar, feodal dönemlerde güç gerektiren iş gücü ihtiyacından dolayı erkekliğin kutsanması vb. etkenler, bugün yaşanan sorunların anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Çocuk ve kadın cinayetlerinin topluma yansıma biçimi, ülke genelinde büyük bir korku ortamı yaratmaktadır. Toplumu denetim altına almanın ‘mükemmel’ bir aracı olan korkuyla ilgili olarak, Dieter Duhm’un, Kapitalizmde Korku eseri oldukça aydınlatıcıdır. Korku, toplumsal yardımlaşma ve dayanışma duygularını zayıflatmakta ve zorbalık için uygun bir iklim yaratmaktadır. Çocuk/kadınlara yönelik tecavüz ve işkence, planlı cinayetlerle hedeflenen psikolojik yıkımdan da etkili olmaktadır. Sokak, oyun, eğlence, spor ve sanat, korkuyla yaratılan iklimden dolayı, uzak durulması gereken tehlikeli alanlara dönüşmektedir. Korkuyla, toplumsal yaşamın her metrekaresine mayın döşenmekte, 90-100 m²’lik evler dışındaki hemen her yer‘yasak bölge’ kapsamına alınmaktadır. Parkta yürüyen hamile bir kadının tekmelenmesine gösterilen hoşgörüyle, parklar, tekmecilerin emrine sunulmaktadır. Böylece tekmeci primatlara tahsis edilen parklar, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, bütün insanlara kapatılmaktadır. İnsanlardan arındırılan caddeler, sokaklar, parklar, kıyılar, ormanlar ve dereler, sapık/tacizcilerin doğal yaşam alanlarına dönüşmekte ve tecavüzcü primat nüfusunda patlamaya yol açmaktadır.
Son yaşanan olaylar, kentlerde, tecavüzcülerin kurtarılmış bölgeler için yoğun çaba harcadıklarını gösteriyor.
Köprü altlarında, gözden uzak duraklarda, çıkmaz sokaklarda, ‘metruk’ binalarda gerçekleşen dehşet verici olaylar, kentlerin kalbini tehdit etmektedir. Utanç, hapsedildiği kalın duvarlar ve zifiri karanlıktan firar ederek ülkenin aydınlık geleceğine ipotek koymaktadır.
Tecavüzcüler, sahibinden kurtulan azgın boğalar gibi önüne çıkan herkesi boynuzlamaktadır!
Sistem, en değerli varlıklarımız olan kadın ve çocukları, bu azgın yaratıkların önüne sürmektedir.
Peki, Türkiye bu sapık/ tecavüzcü/katil sürüsüne teslim edilebilir mi? Korkularımıza yenik düşüp evlerimizi kendimiz ve çocuklarımız için birer hapishaneye çevirmeyi kabul edecek miyiz? Potansiyel sapık olarak gösterilen komşularımızla iletişimimizi tamamen kesecek miyiz? Karnımızdaki bebekle parkta yürümeye son verip dokuz ay boyunca kapalı mekânlarda çile mi çekeceğiz? Eşimiz ve çocuklarımızla birlikte sahilde gezmeye son mu vereceğiz? Çocuklarımızı okula göndermekten vazgeçip cehalete teslim mi edeceğiz? Saz, gitar, mandolin, piyano, keman, flüt, kaval ve klarnetimizi çöpe mi atacağız? Halı dokuma tezgâhımızı ardiyede çürümeye mi terk edeceğiz? Bilimsel çalışmalardan, üretimden, doğadan kopup ölüm için ‘şafak’ mı sayacağız?
Bu sorulara binlercesi eklense dahi Türkiye’nin cevabı değişmeyecektir:
Hayır!
Bu ve benzer sorulara Karadeniz’in, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun, İç Anadolu’nun, Akdeniz’in, Ege ve Marmara’nın verebileceği cevap aynıdır:
Hayır!
Türkiye’nin dört bir yanındaki tarım ve sanayi üreticileri, tütün saran işçiler, çay ve fındık toplayan kadınlar, beyaz yakalıların cevabı da aynıdır:
Hayır!
Beşikdüzü, Çaykara, Arsin, Maçka, Of,
Aşkale, İspir, Ilıca, Oltu, Pasinler, Hınıs,
Çayırlı, Otlukbeli, Tercan, Kemah, Kemaliye, Refahiye,
Şarkışla, Yıldızeli, Suşehri, Koyulhisar, Divriği, İmranlı, Zara,
Çıldır, Damal, Hanak, Posof, Göle,
Arpaçay, Digor, Susuz, Sarıkamış, Selim, Susuz,
Bismil, Çüngüş, Ergani, Çınar,
Enez, İpsala, Meriç, Uzunköprü ve Keşan da bu koroya katılmaktadır:
Hayır!
Hayır, Türkiye’den yükselen güçlü bir umut dalgası, onuru için ayağa kalkanların parolasıdır. Korkutularak, sindirilerek, canına kastedilerek, çocuğu ve kadınına kıyılarak kişiliksizleştirilmek istenen bir toplumun, karanlığa ve zorbalığa isyanıdır.
Hayır, Türkiye’nin birleştirici ögesi ve umududur.
(Pülümür/Kırmızıköprü, 21 Temmuz 2018)