Uzaklardaydım… Çok uzakta… Okulumdan zorla, zorbalıkla koparılmıştım. Bütün insanlık değerleri, bir telefon talimatıyla buharlaşmıştı. Okuduğu okulun derecesini kırk yıl sonra değiştiren adam, kendini Ankara’daki kirli bir koltuk için pazarlarken dalga dalga yayıldı o ses. Yere düşen bir karpuz değil, candı. O sesi uzaklarda duydum! Yaşadığım kentin kiri, pası, gürültü ve patırtısı arasında bir yumruk gibi patladı yüreğimde.
Peki o ne yapıyordu?
Fehmi Rasim Çelik yani…
Ankara için hazırlık yapıyordu. Bir iki yıldır Ankara’da oturtulacağı koltuğun düşlerini kuruyordu. Söz verilmişti. Yakın bir zamanda boşalacak/boşaltılacak bir koltuğa oturacağına kesin gözüyle bakıyordu. Ankara’dan haber beklediği günlerde, kendisinden habersiz ‘lavabo’ya bile gitmeyen astından telefon geldi.
Telefonda geçen kapı sözüyle irkildi.
Kapı cinayet işlemişti!
Bazı kapılar çabuk açılır. Kapandıktan sonra kilitleri pas tutar. Açılmaz olur kapı. Bütün çilingirler tatildedir artık. Kapı anahtarları adı bilinmeyen bir okyanusun derinliklerinde yitip gitmiştir. Menteşeleri gıcırdayan kapılardan ilk ve son kez girenler için kapı ömür törpüsüdür. İlk gençliğini, orta yaşlılığını ve yaşlılığını kapılar ardında geçiren bahtsız insanlar için kapı göz göre göre gelen ölümdür.
Hukukçular bunu taammüden adam öldürmek olarak tanımlıyor.
Telefonda adı geçen kapı taammüden, yani tasarlayarak adam öldürmüştü. Kabahat kapıdaydı. Ne var ki hukuk olaydan kapıyı değil, sahibini sorumlu tutar. O hâlde, bu kamu kurumunda cinayet şüphelisi kapının ‘sahibi’ kimdi? Kuvvet uygulanmadan harekete geçmeyen bu nesneye kim, ne zaman, nasıl onay vermişti? Kim üretmişti? Projesini kim çizmiş, kim teslim almış, ödemeyi kim yapmıştı? Projeyi çizen, üreten, teslim alan ve ödemeyi yapanlar kime bağlıydı? Daha doğrusu, kurumun bakım ve onarım işlerinde en yetkili isim kimdi? Kapıdan canı yananlar, namuslu insanlar, vicdanı sızlayanlar bu ve benzer soruların gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Evet kapı ağırdı. Murathan Mungan‘ın çıplak yarayı inciten kapısı, morgda uyuyan minik bir bedenin acısını sürekli kılıyordu:
Ağır kapı aksak lisan
Kelimeler yetmiyor
Çıplak yara gün ışığı
Tenimi incitiyor
Ortada bir cinayet vardı. Cinayeti aydınlatma görevini, taammüden adam öldürme suçunun bir numaralı faili yürütüyordu. Bu tür olaylarda ilk yapılması gereken, delil karatma olanaklarını ortadan kaldırmak için, faile işten el çektirmektir.
Yapılmadı!
Bir numara, kendini kurtarmak için yoğun mesai harcıyordu.
Maktul onu kesinlikle ilgilendirmiyordu. Hiçbir canın dayanamayacağı, minik bedenin asla kaldıramayacağı ağırlık bir insanlık dramına yol açmıştı. Olayı haber aldığında çocuğun çığlığını duymadı. Yaş sınırından emeklilik için önünde birkaç yıl vardı, ama koltuğa veda etmek aklının ucundan bile geçmiyordu. Çocuk için değil, koltuk için endişelendi. Kamu yararı gözetmek, topluma hizmet vb. niteliklere sahip olmadığından, olayları kişisel yarar dışında algılama yeteneğini yıllar önce kaybetmişti.
Sadece kendini düşündü ve kurtulmak için harekete geçti.
Çağın yöneticisiydi. Telefondan güdülüyordu. Kurum dışında kararlaştırılan işlere gözü kapalı onay vermeyi yöneticilik sanıyordu. Yönettiğini düşündüğü kurumda tek başarısı, devlet adabıyla örtüşmeyen tutum ve davranışlarıydı. Kendisine ‘istikbal’ vaat eden güçlerden aldığı kanunsuz talimatları cesaretle yerine getirmeyi, halka hizmet olarak görüyordu. Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar ‘hizmet’te kusur etmezdi. Onların okullarını parlatmak için elinden gelen çabayı sergilerdi. Kamudan özel okullara giden öğrencilerin izini sürenlerin teşhiste zorlanmayacakları isim olmak, her faniye nasip olacak ‘hizmet’lerden biridir!
En yakınındaki iki kişiye görev verdi. Kısa bir süre sonra olay yerindeydiler. Minik bedenden çevreye akan kandan derecikler oluşmuştu. Olay yerinden geçerken ayaklarını kirletmemeye özen gösterdiler. İlk yaptıkları, büyük travma geçiren görevlileri tehdit etmek oldu. Trafik kazasında can çekişen sürücüye ehliyet soruluyordu. Defterleri sordular. Yerinde bulunamayan defterlerden dolayı bağırıp çağırdılar. Defterlerin nerede bulundurulması gerektiği konusunda akıl verdiler. Olayı aydınlatmaya değil, karatmaya gelmişlerdi. Şunun şurasında belki birkaç yıl daha ‘rahat’ çalışmanın bedelini ödüyorlardı. Üzücü olayın failini perdelemek için çaba gösteriyorlardı.
İlk yaptıkları, olayın faili olmayan görevlilere baskı uygulayarak görevden el çektirmekti. Bırakın gidin, diyorlardı. Buradan ayrılın ve başka bir yere gidin! Yüreği yanan aileye ‘hesap’ vermek için mecbur kaldıkları ‘icraat’, kusurlu olmayanların canını yakarak asıl suçluyu kurtarmaktı! Olayda en küçük kusuru olmayan insanlar sağa sola dağıtılmış, kurumun çalışma iklimi zehirlenmişti. .
Asıl fail, utanç verici müdahaleden sonra kurum çalışanlarını ‘suçlu’ göstermek için yoğun çaba harcamıştı. Kapısını çalan acılı aileye, sorumluları görevden aldığını söylemişti. Hak ve hukukunu korumakla yükümlü olduğu personelini ailenin hedefi hâline getiriyordu.
Fail, aileye, olayla ilgisi olmayan insanları işaret ediyordu!
Aile, gerçeği öğrendiğinde acıyı yeniden yaşamıştı.
Kurtuluş Savaşı’nda, Yunan işgal güçlerinin Başkomutanı General Nikolaos Trikopis‘in, ülkesinde yargılandığı mahkemede, yenilgiden erleri sorumlu tuttuğu öne sürülür. General’in, savaş sırasında erlerden aldığı ‘savaşmak istemiyorum’ dilekçelerini mahkemeye sunarak, “Onlar savaşmak istemiyorsa benim ne suçum var?” dediği belirtilir. Bunun doğruluğu elbette tartışılır, ancak tepe yöneticilerin, başarısızlığı, astlarına fatura etme alışkanlığının uzun geçmişi olduğu söylenebilir. Ne var ki bu alışkanlık günümüzde ‘tavan yapmış’ durumda. Söz konusu davranışı, devlet gelenekleri ya da terbiyesiyle açıklamak mümkün görünmüyor. Devlet yönetiminde sorumluluk ‘baş’larındır. ‘Baş’ta olan, kurumunun her tür iş ve işlemlerinden birinci derecede sorumludur.
Bütün bunların, Fehmi Rasim Çelik için bir şey ifade etmediği/etmeyeceği biliniyor.
Onun için kapı, bahtını karartan uğursuz bir nesnedir artık. Hangi koltuğa oturtulursa oturtulsun, nereye giderse gitsin, yakasını bırakmayan temiz bir çocuk eli ve çığlığıdır. Kaleminden, masasından, odasından, tertemiz çocuk kanı damlamaktadır. Görev mahallinden yayılan çürük kokusu; eline, diline, beline sahip olamayan; gerçek dışı beyanlarda bulunan, kişisel çıkarlarını toplumsal çıkarlardan üstün tutan, ağzı bozuk zamane idarecilerinin sürüklendiği acı durumun habercisidir. Üç kuruşluk çıkar uğruna masum çocuğu feda eden adamın üstü başı kan kokmaktadır. Bir çocuğun bedeninden fışkıran kan, onun sadece üstüne başına değil, tüm bedenine sinmiştir. Kamu vicdanı, şimdi önünde açılması beklenen kapıya kulak vermektedir. Hızla açılan ve çabuk kapanan kapının ardında geçireceği günler, yaklaşık kırk yıllık yöneticiliğinin muhasebesi için yeterli olacak mıdır bilinmez…
Kamuoyunun gözü kulağı, kırlardan çiçek derleme mevsiminden ebediyen yoksun bırakılan çocuğun geride kalan gözü yaşlı anne ve babasının acısını hafifletecek o paslı menteşe gıcırtısındadır.
Şimdi sıra, kamuoyu vicdanını rahatlatacak o kapının kapanmasındadır…
Yürek burkan kapının acısını giderecek olan da budur.
(Körfez, 06.01.2019)
Kaynakça:
https://www.youtube.com/watch?v=xiTzoy9IwvA