Bir haberin ulusal basında yer alması için farklı ölçütler uygulanmaktadır. Manşette yer alabilmek için intihar etmek ya da soyunmak zorundasınız. Eğer bu iki seçenek size uygun değilse, palyaço kılığına bürünerek veya kendinizi yakma girişiminde bulunarak da şansınızı deneyebilirsiniz. Bu ve benzeri seçeneklerden hiçbiri size mantıklı gelmiyorsa, ulusal basın aracılığı ile derdinizi anlatmaya olanak bulamazsınız.
Peki gerçeklere bu kadar yabancılaşan ulusal basın, eğitim ve öğretmeni ne zaman hatırlamakta ve gündeme getirmektedir? Ülke genelinde yayın yapan gazeteler, öğretmen ve eğitime hangi pencereden bakmaktadır? Bu yazıda, ulusal basının haber-yorumlarından yola çıkılarak, yayınlarla nasıl bir eğitim hedeflendiği sorusuna yanıt aranırken, yaratılmak istenen öğretmen imajına da dikkat çekilecektir..
‘Sapık Öğretmen’ Koleksiyonculuğu
Gazetelerde öğretmenin manşet olabilmesi, adeta, sapıklık koşuluna bağlanmıştır! Yayın organları, cinsel taciz vb. haberlerde, sanığın öğretmen olduğunu özellikle vurgulamaktadır. Kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın, öğretmeni cinsel taciz vb. suçlamalarla kamuoyuna yansıtmada gösterilen duyarlılık, ulusal eğitimin temel sorunları konusunda yok olmaktadır. Bu değerlendirmenin, basınımızın tamamı için bağlayıcı olmadığını belirtmeliyiz.
Öğretmenleri mevcut sosyo-ekonomik sistemden soyutlayarak değerlendirmek nesnel bir tutum olamaz.Türkiye’de 67 bin 800 okulda 540 bin öğretmen görev yapmaktadır. Yarım milyonu aşkın eğitimci arasında zaman zaman suç işleyenlere de rastlanmaktadır. Eğer öğretmenlerin suç işleme oranı diğer meslek dallarından fazlaysa, bu konu üzerinde ayrıca kafa yorulabilir.
Yayın organları okulları birer ‘pembe dizi’ mekanı olarak algılamaktadır. Okullarda yaşanan bazı olaylar, genelde çarpıtılmış haberlerle kamuoyuna duyurulmakta ve infiale neden olmaktadır. Adana İnkılap İlköğretim Okulu’nda meydana geldiği öne sürülen öğrenciye ‘taciz’ ve ‘tecavüz’ olayı gazeteleri günlerce meşgul etmiştir. Başlangıçta kız öğrencilerin ifadelerine dayanılarak, hazırlık soruşturması süresince ifadelerin basına yansıtılması suç olduğu halde, ‘taciz’ ve ‘tecavüz’e en ince ayrıntısına kadar yer verilmiştir. Yüz kızartıcı ayrıntıların (Milliyet, 30.04.2002) yer aldığı haberlerde okul adı açık bir biçimde yer almış, buna karşın öğrencilerin kimliğini ‘gizlemek’ amacıyla ad ve soyadlarının baş harfleri kullanılmıştır. Gazetelerin manşet haberi, hafta sonu eklerinde de tam sayfa olarak yer almıştır (Hürriyet Pazar, 05.05.2002).
Öğrencilerin ifade değiştirerek komplodan söz etmeleri ile olay yeni bir boyut kazanmıştır. Olayla ilgili olarak basında çıkan ilk haberlerde “Okulda sapık var” (manşet) (Milliyet, 30.04.2002), “Okuldaki seksi ele veren not” (Hürriyet, 30.04.2002), “Okulda seks rezaleti” (manşet), (Posta,30.04..2002), “Seks skandalı itirafı” (manşet) (Posta, 01.05.2002), “4 ayrı okulda aşk yaptık” (Sabah, 03.05.2002) başlıkları dikkat çekmiştir.
Haberlerde, “iki kız öğrencinin, sınıf geçirme vaadiyle, 3 yıl boyunca müdür, müdür yardımcısı ve hizmetlinin tecavüzüne uğradığı” belirtilerek, iddia konusu olay pembe dizi biçiminde yayımlanmıştır. Gazetelerin olaya gösterdikleri ‘duyarlılık’, kız öğrencilerin olayı yalanlamaları ve okul yöneticilerinin tekrar göreve dönmeleri üzerine, yeniden manşetlere taşınmıştır (Milliyet, 01.05.2002; Takvim, 02.05.2002) .
Eğitim Sayfaları AB’ ye Emanet.
Gazetelerin eğitim sayfalarında AB ile ilgili olarak iki ana konunun tartışıldığı gözlenmektedir. Bunlardan birincisi, eğitim emekçileri ve öğrencilere AB sevdası aşılamaktır. Bu haberlere göre, AB’ye girersek, eğitimde yaşanan sorunlar çözülecektir. Daha ileri gidenler, eğitimde yaşanan sorunlardan, AB’ye tavır alan ‘statükocuları’ sorumlu tutmaktadır.
Ülkemizden her yıl on bin öğrencinin eğitim için Avrupa’ya gönderilmesine ilişkin AB Komisyonu ile DPT arasında imzalanan anlaşmayı, başlıklarını AB bayrağı ile süsleyerek müjdeleyen gazeteler haberi bayram havasında vermiştir (Güneş, Posta, Zaman,Yeni Şafak, 06.01.2003). Avrupa ‘müjdesi’ veren bazı gazeteler, öğrencilerin masraflarının bir bölümünün Türkiye tarafından karşılanacağına hiç yer vermezken (Posta, 06.01.2003), bir kısmı da bu durumu ‘önemli fırsat’ (Güneş, 06.01.2003 ) olarak değerlendirmiştir.
AB’de Türkiye parasıyla eğitimi ‘müthiş fırsat’ olarak değerlendiren yayın organlarının, bu ‘fırsat’ın doğal bir sonucu olarak Batıya göç eden bilim insanlarımızla ilgili yakınmaları konusunda ne kadar samimi oldukları tartışma konusudur: “Türkiye’nin beyni göçüyor.” (Akşam,26.04.2002).
AB projesine destek sunan İpek Cem, “Özerkliğimizi kaybedeceğimizi düşünenler var. Sizce dünyanın bugünkü resminde tam özerklik diye bir olgu kaldı mı?” sorusuyla, ulusal egemenlik kavramına tepki gösteriyor (Milliyet, 15.05.2002).
AB ile ilgili yayınlarda dikkati çeken ikinci nokta, ülkemizin aşağılanmasıdır. Gazeteler, her fırsatı ülkemizin ezik, güçsüz ve çaresiz olduğunu ‘kanıtlamak’ için kullanmaktadır. Örneğin bazı günlük gazeteler, yükseköğrenim ve genel eğitimle ilgili yapılan bir araştırmaya dayanarak, “Avrupa’nın en cahili Türkiye” (Radikal, 29.05.2002) başlığını kullanmakta sakınca görmemişlerdir. Öğrenci taşımacılığı konusunda Türkiye ile Avrupa’nın karşılaştırıldığı başka bir haberde kullanılan başlık da ilgi çekicidir: “İşte Avrupa farkı” (Sabah, 30.04.2002).
Okullarda her yıl onlarca şiir, makale, resim vb. yarışmalar düzenlenmektedir. Basın bu yarışmalarla pek ilgilenmemektedir. Fakat yarışmalar AB ile ilgili olduğunda , basının olağanüstü ilgisiyle karşılaşmaktadır. Daha doğrusu, basın, AB ile ilgili haber yapmak için yarışmalara gereksinim duymaktadır! Bugüne kadar ulusal günlerde düzenlenen makale yarışmalarında dereceye giren eserler manşetten verilmediği halde, TÜSİAD’ın, “Avrupa Günü”nde düzenlediği “Geleceğin Avrupası’nda kendinizin ve ülkenizin yerini nasıl hayal ediyorsunuz?” konulu makale yarışmasında 3. olan Diyarbakır İmam Hatip Lisesi öğrencis Nur Betül Gem’in makalesinin “İmam Hatipli kızın Avrupa rüyası” başlığıyla 1. sayfaya manşet olması (Milliyet, 10.05.2002), eğitim-öğretime gösterilen ilginin değil, AB’ye olan bağlılığın doğal bir sonucudur.Makaleyi yazan öğrencinin İHL’li olması ve türban takması, bazı toplumsal kesimleri AB’ye ikna etmenin aracı olarak kullanılmıştır. Gazetelerin AB ile ilgili duygularına ‘tercüman’ olan öğrencinin ağzından AB’yle hayallerin gerçek olacağı, Avrupa’nın cennet olduğu vb. gerçekdışı ifadelere yer verilmiştir (Milliyet, 10.05.2002).
Öğrencinin AB makalesi, Türkiye’nin, gençlerin hayallerini yıkan bir ülke, Avrupa’nın ise ‘hürriyetçi’ olduğu iddialarına dayanak olarak gösterilmiştir (Faruk Çakır, Yeni Asya, 14.05.2002)!
Avrupa’yı kurtuluş olarak yansıtan gazetelerde, AB’nin ülkemizin bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarımızı hedef alan dayatmalarına karşı herhangi bir direnç göstermek bir yana, ülkemizi yıkıma sürükleyebilecek taleplerin (Kemalizmin tasfiyesi, Kıbrıs ve Ege’de ödün) yerine getirilmesi amacıyla yoğun bir propaganda yürütülmektedir. Ulusal devleti bitirecek ödünleri ‘reform’ biçiminde kamuoyuna yansıtan yayın organlarında, AB’nin Türkiye ile ilgili hazırladığı 2003 yılı raporunda, Kemalizmi, üyeliğin önünde engel olarak göstermekten vazgeçmesi ‘başarı’ olarak nitelendirilirken; aynı raporda ordumuzun suçlanması, Kıbrıs’ta ‘işgalci’ olarak görülmemiz, bölücü örgütlere destek vb. (Milliyet,13.05.2003) ifadelere herhangi bir tepki gösterilmemiştir.
Kesintisiz Eğitim Düşmanlığı
Elde tezek okul yoluna düşen, güvenli olmayan bir köprüden ya da salla karşı köy okuluna giden öğrencileri görüntüleyen gazetelere göre sorumlu kesintisiz eğitimdir (A. Vakit, 27.05.2002).
Batman ve Diyarbakır’a bağlı 12 köy arasında ulaşımı sağlayan köprünün Batman Baraj Gölü altında kalmasından dolayı, YİBO’da öğrenim gören öğrencilerin okullarına salla gitmek zorunda kalmaları, gazetelerin kesintisiz eğitime duydukları tepkiyi açığa çıkartmaktadır: ‘Sal’lamalı eğitim’ (Yeni Şafak,15.05.2002) .
Giresun’un Avluca Köyü İlköğretim Okulu’nun yıkılması sonucu geçici olarak başka binalarda hizmet vermesi, “8 yıllık kahır eğitimi” (Yeni Şafak, 09.05.2002) başlığıyla kamuoyuna duyurulmuştur.
Taşımalı sistemden dolayı arada bir kaza meydana gelir ve can kaybı olursa, kazanın sorumlusu yine zorunlu eğitimdir.
Bilindiği gibi köy okullarının tamamında yakıt sorunu çevre koşulları dikkate alınarak çözülür. Orman köylerinin okullarında odun; bozkırda tezek(***), geven; merkeze yakın köy okullarında ise odun-kömür vb. yakılmaktadır. Köy okullarında tüketilen kışlık yakıt tamamen köylüler tarafından karşılanmaktadır. Bu durum kesintisiz eğitimden önce de böyleydi, şimdi de böyledir. Bazı köy okullarında kullanılan odun, tezek vb. önceden toplu olarak alınır, bazı köylerde ise öğrenciler her sabah okula odun ya da tezekle giderler. Demek ki elde tezekle görüntülenen çocukları, kesintisiz eğitimin ‘kurbanı’ olarak nitelendirmek için çok ‘özel’ bir neden vardır.
ABD-AB’de gündeme gelen ‘ev okulları’, ülkemizde bazı çevreler tarafından kesintisiz eğitime ‘seçenek’ olarak sunulmaktadır. “Baskıcı ve dayatmacılara karşı köklü çözüm” (A. Vakit, 22.07.2002) savıyla tartışmaya açılan ev okulları projesi de Batıyı ‘özgürlükçü’ olarak göstermenin bir aracı haline getirilmiştir.
Hollanda’da Timotheus İlköğretim Okulu yöneticilerinin, 12 yaşındaki Faslı bir kız öğrenciye başörtüsü ‘izni’ vermesi gazetelerimizin gözünden kaçmamıştır. Hollanda Eğitim Bakanı’nın, okulların kıyafet kurallarına öğrencilerin uyması gerektiğine ilişkin açıklamasına rağmen, haber, “Hollanda’da başörtüsüyle derslere girme izni çıktı” (Zaman, 16.01.2003) başlığıyla basına yansımıştır.
‘Kesintisiz eğitim ısrarı’, 2002 yılı ÖSS’de 8 bin 819 öğrencinin sıfır puan almasının nedeni olarak gösterilmiştir (A. Vakit,27.07.2002 ).
Kesintisiz eğitim 8 yıla çıkarılmadan önce 397 bin 212’si kız olmak üzere toplam 782 bin 332 öğrencinin okula devam etmediği ülkemizde; 8 yıllık temel eğitimden sonra devamsız öğrenci sayısının, Mayıs 2002 tarihi itibariyle, 250 bin 360’a düşmesi bu gazeteler için haber değeri taşımamıştır.
İşportaya Sürülen Fedakârlık Duygusu
Gazetelerde ‘fedakarlık’, ‘kahramanlık’ vb. kavramlara yeni anlamlar yüklenmektedir. Öğretmen ya da öğrenciler olağan görev ve sorumluluklarını yerine getirirken, gazeteler, model olarak seçtikleri birkaç kişinin şahsında, bu özellikleri topluma değil bireylere mal etmektedir.
Görev yaptığı okulunun boya ve badanasını yapmayan, çatıya çıkıp baca temizlemeyen, kırılan araç-gereçleri onarmayan köy öğretmeni var mı? Hemen söyleyelim, yok! Evet, herkes bilir ki köy öğretmeni okulunun hem müdürü, hem de hizmetlisidir; okulun eğitim, öğretim, bakım ve onarımından, kısacası her şeyinden sorumludur. Fakat gazetelere bakılırsa, köy okulunda onarımında sadece birkaç fedakar öğretmen sorumluluk üstlenmiştir (Posta, 09.06.2003). Bu haberler pekala diğer öğretmenlerin okullarına sahip çıkmadıkları biçiminde de anlaşılabilir.
İlköğretim okullarına sınırlı yakıt ödeneği dışında herhangi bir ödenek ayrılmamaktadır. Köy okullarına, istisnalar dışında, yakıt parası da ödenmemektedir. Demek ki devlet köy okuluna tek kuruş bile ödememektedir. Fakat köy öğretmenleri ‘merkezden’ bir kuruş bile almadan okulu hizmete açabilmektedir. Bu nedenle, eğer bir fotoğraf çekilecekse, elde fırça birkaç öğretmenin değil bütün köy öğretmenlerinin fotoğrafı çekilmelidir!
Özel Okul Avukatlığı
MEB’in özel okullara sınavla öğrenci alma kararı, en başta gazeteleri sevindirmiştir. Konuyla ilgili olarak yer alan haberlerde, “Özel okul treninin ağustosta (sınavın yapılacağı ay) kalkacağı ve on bin çocuğun hayatının değişeceği” (Milliyet , 21.05.2003) öne sürülmüştür.
Bazı özel okullar öğrenci kaydı için 5 bin dolar ‘bağış’ ( Fatih Altaylı, Hürriyet, 06.05.2002) alırken, yine de devlet okulları “soyguncu” (Damga, 04.05.2002) olarak gösterilmektedir.
Öğrenci servislerinden kaynaklanan bazı sorunlar bile devlet okullarının yıpratılması amacıyla kullanılabiliyor. İstanbul’da okul servisleri ile ilgili olarak yayımlanan bir haberde, özel okul servisleri ‘örnek’ olarak gösterilirken, devlet okullarının servisler konusunda sahipsiz olduğu ve bu okullarda hiçbir denetimin olmadığı iddia edilmiştir (Sabah ,26.04.2002 ).
MEB’in özel okullara ayrıcalık tanıma girişimlerini alkışlayan yayın organlarının, bu okulları öne çıkarmak için akla gelebilecek bütün yöntemlere başvurdukları gözlenmektedir. Trafik kazasında yaşamını yitiren Cansın Barlık’ın acı öyküsü, özel kolej kimliğiyle manşetlere taşınmıştır. Gazete ölüm haberini, “Robert Kolejli Cansın’ın ağlatan oyunu” (Milliyet, 30.06.2003) biçiminde duyurmuştur. Film yapımcılarından Binnur Karaevli ile Mehmet Eryılmaz’ın filmlerinin ödül alması, gazetelerde, bu iki yapımcının mezun oldukları kolejin hatırlanmasına neden olmuştur : “İki Robert Kolejlinin filmlerine ödül” (Pazar Milliyet, 06.07.2003).
Kullanılan başlıklarla olayın kendisi önemsizleştirilmekte ve okuyucunun bilinçaltına kolej mesajı iletilmektedir. Böylece acı olayın kendisi artık hiçbir önem taşımamakta; ölüm vb. üzücü olaylar, özel kolej reklamlarına ‘meze’ edilmektedir.
Fatih Altaylı, özel okullarla ilgili bir yazısında, devlet okullarına olan tepkisini şöyle ifade ediyor: “Milli Eğitim’miş! …Tecavüzcü, tacizci, öğrencisini satan müdür ve müdür yardımcılarını göreve iade eden bir anlayıştan, Milli Eğitim beklemek ise bizim saflığımız.” (Hürriyet, 06.05.2002).
Sözde Soykırıma Destek!
Milli Eğitim Bakanlığı’nın, sözde soykırım iddialarının çürütülmesi amacıyla okullarda konferanslar ve kompozisyon yarışmaları düzenlenmesi amacıyla yayımladığı 14.04.2003 tarih ve 23 sayılı genelgeyi Ermeni okullarına da göndermesi, basını ayaklandırmıştır. Gazeteler, “Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele” genelgesi doğrultusunda, Ermeni gençlerden ‘iddiaların asılsız olduğunu’ ortaya koyacak kompozisyon yazmaları talebini, Agos Gazetesi’nin “Gençlerin travmadan uzak tutulması ve rahat bırakılması” (Hürriyet, 13.05.2003) tepkisini ‘paylaşarak’ duyurmuştur.
Aslında tepki sadece genelgeye de değil; basın yayın organları, azınlık okullarını ulusal devletin egemenlik alanı dışında değerlendirmektedir. Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı’na verilen mesaj şudur: “Azınlık okullarına dokunma!” Bu programın kaçıncı ‘uyum’ paketinde yer alacağı bilinmez, ama ‘rota’ bu doğrultudadır!
Kürşat Bumin, genelgeye duyduğu tepkiyi, “Rum okullarında da ‘6-7 Eylül Olayları’ iddiaları çürütülsün!” (Yeni Şafak, 13.05.2003) biçiminde ifade etmiştir. Söz konusu genelgenin Ermeni okullarına da gönderilmesini “kabus” olarak nitelendiren Bumin, 20. yüzyılın başında emperyalizmin ülkemizi parçalama tehdidiyle harekete geçirdiği işbirlikçilere karşı verilen vatan savunmasını, bir provokasyon sonucu gerçekleştirilen tertiple aynı kefeye koyabilmiştir. Her iki olayda da Batı’nın rolünü gizlemesi, yazarın gerçek niyetini ortaya koymaktadır.
Murat Çelikkan’a göre, genelge, “(…) Tartışmalı tarihi gerçekler üzerine tek yanlı bir beyin yıkamadan başka bir şey değil.” (24/04/2003, Radikal).
Yayın organları, MEB’i yöntemden dolayı değil, soykırım yalanına bir tür destek vererek eleştirmektedir!
MEB’in genelgesine en büyük tepki ise Diyarbakır Barosu’ndan gelmiştir. Baro, 29.04. 2003 tarihinde Danıştay’a başvurarak, genelgenin iptalini istemiştir. İptal başvurusunun gerekçeleri ibret vericidir. Baroya göre, genelge ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı verilmezse, ileride telafisi güç sorunlar ortaya çıkacaktır! İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve uluslararası sözleşmelere dayandırılan başvuru gerekçeleri, sözde soykırım iddialarının asıl kaynağı olan AB ve ABD’ye bir tür müdahale çağrısı olarak da değerlendirilebilir. Çünkü sözü edilen uluslararası hukuk mazlum milletlerin değil, AB ya da ABD hakim sınıflarının hukukudur. Nedense AB ve ABD’nin, sözde Ermeni soykırım karar tasarılarıyla Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü hedef aldığı çabuk unutulmaktadır.
Uluslararası Yardımlara Vurgu
Basın, ulusal dayanışma ve yardımlaşmayı değil uluslararası yardımları öne çıkarmaktadır. Bingöl’de meydana gelen depremde eğitime ara verilmesinin ardından 12 Mayıs’ta çadırda eğitime başlanmıştı. Gazeteler, okul bahçelerine kurulan çadırların UNICEF’e ait olduğu haberine özel önem vermişlerdir (Yeni Şafak, 13.05.2003).
Aynı tarihlerde sadece bir gazete çadır kentlerin kurulmasında askerlerin yaptığı çalışmalara geniş biçimde yer vermiştir (Yeni Çağ, 09.05.2003).
Ulusal Devletlere Düşmanlık
Gazeteler, ulusal devletlere karşı yürütülen ABD kaynaklı psikolojik savaşa açık bir biçimde destek vermektedirler. Ulusal liderler, emperyalizmin bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Irak’ı işgal eden ABD Devlet Başkanı’ndan “Başkan Bush” biçiminde söz eden günlük gazeteler, Saddam Hüseyin’i “diktatör”, “zalim” vb. biçimde nitelendirmiştir.
Sanılır ki Bush ABD’nin değil, Türkiye’nin ‘başkanı’dır!
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında, Felluce kasabasındaki bir okulu karargaha dönüştürmesini protesto eden öğrencilere kurşun yağdırılmış, saldırıda 6’sı çocuk 18 öğrenci yaşamını yitirmiştir (Yeni Şafak, 30.04.2003) . Öğrenci katliamına basının büyük bir bölümü duyarsız kalmıştır. Bu olaydan sadece birkaç gün sonra, Irak yönetiminin baskısından dolayı Türkiye’ye kaçtığı öne sürülen Tanya Mageed adlı öğretmenin ağzından Saddam Hüseyin’in kötüleyen haber dikkat çekicidir (Milliyet, 06.05.2003).
Irak okullarında okutulan ders kitaplarının içeriği, ABD işgali sırasında hatırlanmış, Amerika’nın, ders kitaplarının içeriğine müdahalesi nerdeyse ‘demokratik’ bir hak olarak sunulmuştur. Konuyla ilgili haberin yer aldığı gazetede, ders kitaplarının ABD tarafından yazılması, “Saddam Hüseyin dönemindeki sistematik beyin yıkama sonrasında eğitimde yeni bir sayfa…” (Hürriyet, 02.07.2003) olarak nitelendirilmiştir.
Öğretmenlerin ‘Fedakar Annesi’: Hülya Avşar!
Yılın fedakâr annesini belirlemek amacıyla ülke genelinde toplam 19 bin öğretmene bir anket uygulanmış. Özel bir yayınevi tarafından uygulandığı öne sürülen anket sonucunda; Hülya Avşar yılın fedakar annesi, Hasan Özdemir yılın fedakar babası, Erkan Mumcu yılın eğitimi önemseyen politikacısı, Kadir Has yılın eğitimi önemseyen hayırseveri, Defne Samyeli yılın çocuk eğitimini önemseyen televizyon sunucusu olarak seçilmiş. Yayınevi sahibi, ödülleri “Eğitimcilerin Oskarı” olarak değerlendirmiştir (Zaman, 08.03.2003).
Sözü edilen ankete Kocaeli’nden katılan herhangi öğretmene rastlayamadığımız gibi, anketin nesnelliğine ilişkin elimizde herhangi bir veri de yok. Fakat ‘anket’ sonuçları ile fedakarlık başta olmak üzere birçok kavramın aşındırıldığı rahatlıkla söylenebilir.
Vatansever Gazetecilere Düşen Görev
Basınımızın önemli bir bölümünün ABD ya da AB’nin denetiminde olması, ulusal eğitim davamıza büyük zararlar vermektedir. Her şeye karşın, kurumsal olarak Türkiye karşısında konumlanan gazetelerde çalışan bazı vatansever yazarlarımız ulusal eğitim davamıza sahip çıkmaktadır.
Namuslu basın emekçileri, ülkemizi savunma konusunda büyük bir sorumluluk taşıdıklarının bilincinde olmalı ve kişisel kaygılarını bir yana bırakarak hareket etmelidir. Vatana sahip çıkma konusunda gösterilecek tereddütler düşmana güç verir.
Ülkemizin yıkımın eşiğine getirildiği bugünlerde de yurdumuzu savunmayacaksak, daha ne zaman savunacağız?
Büyük ve köklü geçmişe sahip olan bir milletin, ihanetlere izin vereceğini düşünmek gaflettir.
Vatana sahip çıkma ve bağımsız yaşama kararlılığıyla Çanakkale’lerde, Anafartalar’da toprağa düşen bir milletin evlatlarının, çokuluslu şirketlerin menfaat şebekesine dönüşen holding basınına vereceği yanıt, Ulusal Kurtuluş Savaşı tarihini bilenler için sürpriz sayılmamalıdır!
(*) Bu yazı, Öğretmen Dünyası’nın Ekim 2003 tarihli 286. sayısında yayımlanmıştır.
(**) Huriye Pak İlköğretim Okulu Derince/KOCAELİ
(***) Köy okullarında tezekle ısınma yöntemi, kesintisiz eğitimin ‘buluşu’ değildir. ’40’lı yıllarda tezekle ısıtılan köy okullarında yaşanan sorunlar, Mahmut Makal’ın anılarında (Bizim Köy, Çağdaş Yayınları, Ekim 1991, 13. Baskı) şöyle ifade edilmektedir:
“Bu kadar öğrenci içerisinde yalnız bir ikisinin tezekleri kalmış.(Öküzü fazla olan ağaların). Bunlara da her gün birer tane getirin desek, bakalım ana babaları heye diyecekler mi? Hem iki gün sonra onlar da çekecek iflas bayrağını. (…) Karakışın en acı günlerini yaşadığımız şubat ve mart boyunca bizim sobada yanan tezek yirmiyi geçmedi. Onu da ağalardan getirttik; yemek pişirmek için. (…) Ama sobanın böyle bir iki saat yandığı zamanlarda bile içerinin dışarıdan ayrımı olmadığını söylemeye gerek var mı? Hayır, çok kere dışarısı içeriden sıcaktı. Çocuklar dayanabilip de, paydos etmediğimiz günler soluklanma zamanı gelsin de dışarı çıkalım diye can atardık.”