Profesör Doktor Servettin Bilir (Paraya pula değil, bilime adanmış bir yaşam)
Profesör Doktor Servettin Bilir (Paraya pula değil, bilime adanmış bir yaşam)

Kocaeli Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Profesör Dr. Servettin Bilir, yakından tanıma fırsatı bulduğum değerli bir bilim insanı. Matematikçi olan Prof. Dr. Bilir, dekan olduğu dönemde derslerini aksatmaz, öğrencileriyle bire bir ilgilenirdi. Cumhuriyetin yetiştirdiği bu seçkin bilim insanı, kendini milletine borçlu olarak gören aydınlarımızdandır. 

Fakülteyi birkaç dönem yöneten bu değerli bilim insanından geriye fedakârlık, çalışkanlık, adanmışlık, dürüstlük ve temizlik kaldı. Paraya pula tenezzül etmeyen bu saygın büyüğümüzün alçak gönüllülüğü, Cumhuriyetten bize miras kalan en güzel değerlerimizdendir.

Cumhuriyet yıkıcılığı, işe insan yıkımıyla başladı. Mafyalaşan sistem için dürüstlük,  millete adanmışlık, gerçeğe bağlılık aşkı, üretkenlik, yaratıcılık, alçak gönüllülük vb. değerler ayak bağıydı. Her mahallede bir milyoner yaratılmasını esas alan mafyalaşan sistem, parayı-pulu en kutsal değerler hâline getirmekle işe başladı. Çürüyen sisteme göre, bilim insanı, ülkeye ve millete değil  kendisine çalışırdı. Parayı verene hizmet etmeyi normalleştiren sistem, ülkemize büyük yararlar sağlayabilecek durumda olan bilim insanlarının yabancı ülkelere çıkışını teşvik etti.

Devlet üniversitelerinden mezun olan yetişmiş insan gücümüzün başka ülkelere göçü, âdeta normalleştirildi. Kendi öz kaynaklarımızla yetiştirdiğimiz  mühendis, doktor, psikolog ve akademisyenlerin ülkemizde çalışması, ayıplanan davranışlardan biri olarak sunuldu. Parlak bir gelecek vaat eden genç araştırmacılar, bizzat kendi hocaları tarafından yurt dışına gönderildi. Anne ve babalar, Avrupa ya da ABD’ye hizmet eden çocuklarıyla övünür hâle getirildi.

Benim oğlum Amerika’da üniversitede çalışıyor.

Kızım Kanada’da görev yapıyor.

Torunum İsviçre’de bir hastanede kardiyoloji uzmanı.

Çocuklarının yurt dışı başarılarıyla övünenleri en azından ‘duygusal’ yönden anlayabiliriz. Türk kökenli akademisyen ya da sporcularımızın Türkiye’yi tercih etmeme nedenleri hakkında kafa yorduğumuz söylenemez. Amerika’da yaptığı araştırmadan dolayı Nobel ödülü alan bilim insanımızın niçin Türkiye’de olmadığını acaba kaç insanımız sorguladı?

İşin para ya da pulla ilgili olduğunu düşünenlerimizin sayısı, oldukça kabarık. Şöyle bir mantık yürütülüyor:

O kadar yıl dirsek çürüttüm. Şimdi karşılığını alma hakkım var. Türkiye’de ücretler düşük, o nedenle yurt dışında çalışmak zorundayım.

Okulu bitirir bitirmez, yetişmesinde en küçük katkısı olmayan bir ülkeye ‘kapak atan’larla övünç duymalı mıyız?  

Kamuda ücret vb. özlük hakları konusunda bazı sorunların olduğu doğru. Fakat temel sorun bu değil. Çocuklarımızı ülkeye ve millete yabancılaştıran bir eğitim sisteminin yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuzun farkında mıyız? Gençlerimizi, parayı kim verirse ona hizmet edebilecek yapıda yetiştirdiğimizin ayırdında mıyız? Ülkemizde demokratik bir ortam bulamadığından dolayı dışarıda çalışanlar da yok değil kuşkusuz. Peki bu ülkede demokrasiyi geliştirme konusunda onların hiç mi sorumluluğu yok?

Bu ülkeye karşı hiç mi borcunuz yok? Okuduğunuz ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteler bu ülkeye ait değil miydi? Kalem ve silgiden başka kişisel masraf yapmadan sizi ücretsiz okutan bu ülkeye hizmet etmemek için kabul edilebilir bir gerekçenizin olması söz konusu olamaz. Ülkenin kaynaklarıyla okuduğunuza göre bu millete karşı en azından sorumluluk bilinci taşımanız gerekmez mi?

Ülkemizin yetiştirdiği nitelikli insan gücünün başka ülkelerde değerlendirilmesi konusunda bazı sınırlamalara ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Hangi alandan mezun olursa olsun, bu ülkede eğitim gören herkese, en azından bir süreliğine ülkede çalışma zorunluluğu getirilmelidir.

Servettin Bilir gibi, bu ülkeye hizmette sınır tanımayan akademisyenlerimizin soyu henüz tükenmedi. Bereketli bir coğrafyadayız ve  insan kaynaklarımızı sağlıklı biçimde besleyen tarihsel birikimimizi koruyoruz. Tüm bunlara karşın azımsanmayacak sayıda yeni tip profesörlerimizin-doçentlerimizin olduğunu da söylemeliyiz. Devlet üniversitelerindeki yarım günlük görevden sonra özel muayenehanelere koşan profesörlerimizin varlığı, hepimizi üzmektedir.

Bir muayene için gidilen üniversite hastanesinde,  önceden verilen saatten yaklaşık  3 saat sonra, o da şikâyet üzerine,  gelen profesörün yarım saatlik ‘görev’den hemen sonra AVM’deki muayenehaneye gittiğine tanıklık ettiğinizde, bunun nedenini sormadan edemezsiniz.

Sigorta, maaş, iletişim vb. giderleri Devletçe karşılanan bu profesörlere selam bile veremezsiniz! Kendilerini akademik çalışmaya değil, paraya adayan bu akademisyenleri anlamak için boşuna çaba harcamayın. Üniversitede sizinle ilgilenmemek için ellerinden geleni yapan bu akademisyenler, ne serden ne de yârden vazgeçmeyi göze alabilirler. Üniversitede muayene olabilmek için AVM’lerin üst katında açtıkları muayenehanelerde bunları ‘görmeniz’ gerekir! Size ayırdıkları  yirmi dakika için asgari ücretin yarısı kadar para talep ederler. O büroda haftanın en az yedi günü saatlerce çalıştırdıkları ve  adını bile hatırlamakta zorlandıkları  işçiye asgari  ücretin üzerinde bir ödeme yapmadıkları biliniyor.

Zorunlu görevi tamamlayan doktorlara, bazı sınırlamalar getirmek koşulu ile, özel muayene açma izni verilebilir. Kamuda ve özelde eş zamanlı çalışma izninin, insan kaynaklarımızın kirlenmesine yol açtığını düşünenlerdenim. Kamuoyunun, kamuda çalıştığı hâlde özel muayene açan doktorlara hiç sıcak bakmadığı ortada. Kamu olanaklarının bireysel çıkarlara alet edilmesi, görevine yürekten bağlı hekimlerimizi de rahatsız etmektedir. Bu aslında mesleki yozlaşma demektir.

Profesörlerin bir kısmının, okullarda geçirdikleri süreyi paraya çevirme konusunda fazlasıyla yetenekli oldukları görülmektedir. Onlar bu ülkeye karşı kendilerini borçlu olarak görmeyenlerdir. Onlara bakılırsa kendileri sonsuza kadar alacaklıdır. Anlayacağınız, ölünceye kadar onlara borçluyuz.

Geçenlerde bir arkadaşımın üniversite son sınıfta okuyan oğlundan, bölüm başkanı doçentin öğretim yılı boyunca  iki kez derse girdiğini öğrendim.  Bir öğretim yılında iki kez derse girmek! Bordroya bakıyorsunuz, izinli ya da raporlu olduğu gün yok. Bölüm başkanı, haftada iki kez girmesi gereken dersleri araştırma görevlisine havale ediyor, ama tam ücret alıyor! Bunu ödemeyi yapanlar da biliyor, ancak sistem böyle işliyor. Bu davranış, kişisel bir zafiyetin de ötesinde. Öğrenci, derse girmeden ücret alınabileceğini henüz okul sıralarındayken hocasından öğreniyor. Sistem, kendi akademisyenini ‘bozmak’la yetinmiyor, geleceğin akademisyenlerini de kirletiyor.

Derslerini hiç aksatmayan, girmediği saatleri telafi eden, öğrencilerinin sorunlarıyla yakından ilgilenen akademisyenlerimize haksızlık yapmayalım. Vatana ve millete adanmış bu ömürler, bizim en büyük manevi zenginlik kaynağımızdır.   Sistemin dışladığı akademisyenlerimiz; yönetim görevi kendilerine çok görülen, ödüllendirmede akla en son gelenler...  Arkalarında il ya da ilçe başkanları, güçlü şirketler yer almasa da gururlu, onurlu, başı dik bir milletin varlığı onlar için en büyük güvencedir.  Kendi çabalarıyla kazandıkları akademik unvanı onurla taşıyan bu akademisyenlerimizin yarattığı demokratik iklim, yerde sürünen bazı meslektaşlarına örnek olacak niteliktedir.  

Yangınlara, baltalara, keçilere inat daha gür çıkan meşe ormanı gibiyiz.

Ne mutlu bize ki, sistemin kirli kampanyası hepimizi esir alamıyor…

 (Kocaeli/Derince, 07.06.2016)

 

                                                                               

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault