19 ocak,  Roma Hukuku sınavından çıktım. Dönemin son sınavıydı benim için. B çıkış kapısına geldiğimde, dolmuşa binmek için tekerlekli valizleriyle ve omuzlarında asılı çantalarıyla bekleyen öğrenciler gördüm. Dönem tatilinde ailelerine dönüyorlar. Ne heyecandır o!   Hele kavuşma anları, karşılıklı duygu yüklü sarılmalar!..

        Kendimin o günleri geldi gözümün önüne. İlkokulu bitirmiş 12 yaşında Çifteler Köy Enstitüsüne yatılı öğrenci olarak gönderildiğim yıllar.

        Köy Enstitüleri deyince, neydi o okullar diyesim geliyor. Çünkü bambaşka okullardı o okullar.

        Kocaeli Üniversitesi yerleşkesine bakıyorum ne kadar geniş alana yayılmış. Etrafı yüksek duvarlarla, kalın telden çitlerle, demir parmaklıklarla çevrilmiş. Okula giriş çıkış kapıları görkemli, her kapıda 4-5 güvenlik görevlisi…

         Benim Enstitüm de geniş bir alan üstüne kurulmuştu. Meyve, sebze bahçelerimiz… Yüzlerce dönüm tarlalarımız… Basketbol, futbol sahalarımız; tenis kortumuz, parklarımız, havuzumuz, kümesimiz, ahırlarımız, arılığımız. Yatakhanelerimiz, yemekhanemiz, iş atölyelerimiz, dersliklerimiz, fırınımız, santralimiz, laboratuvarlarımız,  resim-müzik atölyelerimiz, öğretmen lojmanlarımız, uygulama okulumuz vb.

         Büyük bir alana kurulan bu okullarda, tel örgüler ya da yüksek duvarlardan sınır yoktu. Giriş çıkışlar görkemli kapılardan, güvenlik görevlilerinin kontrolünden geçerek yapılmıyordu.

         Buralarda Türkiye’nin gerçeklerine, Türkiye’nin gereksinmelerine göre, yarına dönük, köylere yarayışlı öğretmen ve elemanlar yetiştiriliyordu. Fırsat eşitliğine yönelik örgütlenmeyi, iş eğitimi yöntemi ve üretime dönük yanını, öğretmen öğrenci ilişkilerini etkileyen, sevgiye dayalı, sağlıklı tutumlar öğretiliyordu ve yaşanıyordu. Buralarda beraber üretmenin, beraber paylaşmanın mutluluğu yaşanıyordu. Karşılıklı sevgi ve saygı her etkinlikte temel ilke idi. Kısacası demokrasi öğretilmiyor, yaşam biçimi oluyordu. Öğrenciler yetki ve sorumluluklarını, beraber üretmeyi, beraber paylaşmayı yani imece ve ekip yöntemini, beraber eğlenmeyi, beraber coşmayı, karma eğitimi ve tatlı sert disiplini, eleştirmeyi ve eleştirilmeyi aynı olgunlukla karşılıyor, davranışlarını geliştiriyorlar ve düzeltiyorlardı. Bir müzik aleti çalmayı, ulusal oyunlarımızı beraber oynayıp coşmayı ve bu coşkuyla ulusunu kültürüyle de tanıyıp sevmeyi öğreniyorlardı. Kısacası Enstitülerde yeni insan yaratılıyordu. Oradan köylere dağıldıklarında aynı anlayışla çalışarak; okumuş insanın asalak olmadığının, kendi işini kendi gördüğünün örneğini vereceklerdi.

         

  “Okumuş adam işin her çeşidine el sürmez” anlayışını tersine çevirip eğitim görmüş insan işin her çeşidini daha iyi ve kolay yapabilir örneğini veren, el açıp istemek yerine, üretip vermeyi, kendi ayakları üzerinde durmayı bilen, yük olmadan yaşama prensibini önemseyen yeni bir insan yaratılıyordu.

             İsviçre’de çıkan Pedagoji Ansiklopedisi’nde, 300 kelime ile anlatılan bu okulların bulucusu, kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, Talip Apaydın’a (Çifteler Köy Enstitüsü çıkışlı) yazdığı mektupta şöyle diyor:

          

*Emekli Köy Enstitülü öğretmen, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. Sınıf öğrencisi.

 

             Nüfusunun çoğunluğu köyde yaşayan ülkeler için ne yapıp  köyleri bugünkü uygarlığın nimetlerinden yararlandırmalı. Uygarlığın nimetlerine kavuşturmalı. Başka çıkar yol yok. Köy kaynağından taze kuvvet fışkırmadıkça ne barajlardan, ne fabrikalardan iyi sonuçlar alınabilir. Her şeyin başında kültürlü insan gerekmektedir. Bu olmadıkça uygarlığı kurmaya imkân yoktur. Fabrikaların, ticarethanelerin, binaların, otellerin… Her şeyin işleyebilmesi, ulusa yarar sağlayabilmesi aydınlatılmış insana bağlıdır. Çünkü demokrasi denilen rejim için en büyük tehlike düşünmeyen aydından gelir.

              Demokrasi için en tehlikeli yaratık demagogdur. Namuslu, vicdanlı düşün adamları aralarında iş birliği yaratamazsa meydanı demagoglara teslim etmiş olurlar. Demokrasi için en tehlikeli yaratık demagogdur. Düşün adamlarının sustukları-sindikleri demokrasilerde, demagoglar kendileri için en elverişli çevreyi bulur. Güçlenince okumaz yazmazlarla, bilip de okumayanlardan yandaş toplayarak çevreye saldırmaya başlarlar. Bilimsel değerleri parçalar çürütür. Olumlu işlerin önüne engeller yığar. Toplumun kolayca sömürülecek bir sürü olması için uğraşır. Öğretmenlerin, öğretmen adaylarının bunu bilerek çok okumaları, örgütlenmeleri, böyle bir tuzağa asla düşmemeleri gerekir.

 

              İşte buluculuğunu, kuramcılığını  yaptığı Tonguç’un Köy Enstitülerinde o köy çocukları sürekli okuma alışkanlığı kazanıyordu. Her gün serbest okuma saatleri aksatılmadan yürütülüyordu. Bu okullarda kitap, ekmekle su ile beraber düşünülen bir gereksinimdi. Bu okullardan, üreten, üretimle beraber öğrenen, niçin ürettiğini, kimin için ürettiğini, nasıl ürettiğini bilen, gittiği köylerde de aynı şekilde  çalışacak insanlar yetişiyordu. Bu okullardan, soran, sorgulayan, araştıran, özgürce düşünen ve düşündüğünü özgürce söyleyen insanlar yetiştiriliyordu. Ama araştırmayan, sormayan, sorgulamayan neden-niçinler üzerinde düşünmeyen, denilenleri aynen kabul eden insanları  isteyenler sevmedi, sevemedi bu okulları. Halkın uyanmasından, düşünmesinden, sorgulamasından, hakkını öğrenip aramasından korkan halk düşmanı haramzadeler birlik olup, iftiralarla her türlü adiliklere başvurarak kapattılar bu okulları.

                Yoksa bu ülke böyle mi olurdu şimdi? O Kuvayi Millîye ruhuyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti. “Az zamanda büyük işler yapan” Türkiye Cumhuriyeti…

                                     

                                                                                                                                                                                                                                  25 Ocak 2016

 

 

 

 

 

 

0
0
0
s2sdefault