"Dört kişi taze simitleri ısırarak sokağa çıktılar, karanlığa karıştılar.” Sait Faik Abasıyanık’ın sözünü ettiği bu dört kişi merak edilmez mi?

Edilmez olur mu?

Meraktan çatlıyor insan!

O dört kişi kimdi? Simitleri nereden almışlardı? Taze simitleri ısırdıktan sonra karanlığa karıştıklarına göre, simitleri, geç vakitlerde bir fırından almış olmalılar. Demek ki o zaman geç saatlerde simit üreten fırınlar da vardı.

Belki henüz okul çağındaki bir sokak simitçisinden almışlardı.

Çocuk cebine sıkıştırdığı üç beş kuruşla ne kadar mutlu olmuştur.

Karanlığa niçin karıştıkları da merak konusu. Karanlıkta ne arıyorlardı? Polisin kovaladığı sabıkalılar, yeni bir ‘iş’ peşinde miydi?

Simit, yoklukta en büyük güç kaynağıdır...

Vardiyalı çalışan işçiler mi almışlardı o simitleri, açlığı bastırmak için. O saatlerde işten çıkan işçiler de olabilir pekâlâ... Uzaktaki evlerine ulaşabilmek için kim bilir kaç saat yol yürümüşlerdir.

Simit tutkunu bu dört kafadarın yaşını da bilmek istiyor insan. Ergenlik çağındaki gençler miydi yoksa? Öyleyse, otoriter anne ve babalarından kaçıp ‘felekten bir gece’ çalmak için karanlığa karışmışlardır.

Mütekait nüfus müdürü, kafayı sıyıran orman işletme şefi ile PTT’nin emektar memuru da akla gelmiyor değil. Uzun gecelerin müdavimi ‘Göbek Hamdi’nin de şüphelilerden biri sayılması gerektiği açık.

Aklıma başka sorular da gelmiyor değil. Örneğin simit ilk kez nerede, kim tarafından üretildi?

Simidi ilk kez üreten ustanın adını merak ediyorum. İlk simit üreticisinin adı neydi? Ahmet, Hasan, Hüseyin, Ali... Olabilir mi? Olabilir. Simit üreticiliği için ‘cinsiyet’ koşulu aranmadığına göre Ayşin, Selcan, Selvin, Nurçin de olabilir. Olabilir, ama bundan hiçbir zaman emin olamayacağız ve ne yazık ki o adı hiç öğrenemeyeceğiz. Çünkü kayıtlarda bazı ‘ilk’lerin öznesi yer almaz. Aslında bu, biraz da buluşun anonim oluşuyla ilgilidir.

Buluşlar, kolektiftir. Üretim, doğası gereği toplumsaldır. Bazı kişilerin adıyla anılan çeşitli buluşlar, esasında toplumsal birikimlerin ürünüdür. Buluşa imza atan kişi, geçmişten devraldığı birikimi kendi katkılarıyla geleceğe devretme sorumluluğunu üstlenen kişidir.

Bilim dünyasına Edison’dan daha büyük katkı sağlamış olan Nikola Tesla’nın adını duyanların sayısı azdır. Tesla, paraya ve şöhrete değil bilime adadığı yaşamını, 1943’te, bir otelde yokluk içinde kaybetmiştir.

Tesla, isteseydi, dünyanın sayılı zenginlerinden biri olabilirdi.

O, zenginliği değil, mütevazı bir yaşamı ve bilimi tercih etmiştir.

Simidi kim ya da kimlerin keşfettiği sorusu da böylece anlam kazanmış oluyor.

1593 tarihli Üsküdar Şeriye Sicili’nden, ‘has’ undan yapılan halka şeklindeki ekmek türünün simid-i halka olarak adlandırıldığını öğreniyoruz. 1691 tarihli bir mutfak defterinde, her gün saraya 30 adet halka-i simit tahsis edildiği bilgisi yer alıyor.

Osmanlı dönemini anlatan TV dizilerindeki saray sofralarında simide rastlanmaması, bir eksiklik olsa gerek. Haşmetmeapların, iftardan sonra yolda saf tutan askerlere hediye edecek kadar değer verdikleri simidin, bundan böyle TV dizilerindeki saray sofralarında yer bulması, ecdada saygının gereğidir.

Reşat Nuri Güntekin, Kavak Yelleri’nde, Doktor Sabri Bey’in, İstanbul simidine duyduğu özlemi anlatır. Bir Anadolu kasabasının hükûmet tabibi Sabri Bey, Hacı Ömer’in hasta eşini tedavi etmek amacıyla yola  koyulur. Hacı Ömer’in paytonunu Gaffar kullanmaktadır. Karabalçıklı Çiftliğine doğru yol alınırken doktor İstanbul’dan tanıdığı o güzel kokuyu  alır:

“İstanbul fırınları çocuk bileziği gibi ince halkalar yaparlardı. Burada onların adı İstanbul simididir. Arabacı, köydeki çocuklarına bu İstanbul simitlerinden birkaç tane alıp körüğün arasına sıkıştırmıştı. ... Halkaların ensemle boynum arasına kaymış bir tanesini aldım, bir antikayı muayene eder gibi parmaklarımın arasında evirdim çevirdim. Sonra kokladım, sonra ağzıma aldım. ... Halkanın dudaklarımın nemi ve ağzımın ateşiyle gevşeyip kopan bir parçasını yavaştan dişlemeye başlıyorum. Nefis kabarıyor, tozdan gıcır gıcır dişlerin arasından akan salya, ağzımın içine badana gibi sıvışmış pası süpürüp götürüyor (s. 19-20).

İkinci Dünya Savaşı'nın sıkıntılı yıllarında ekmek karneye bağlanmış, fırıncılara simit üretme yasağı getirilmiştir. Rıfat Ilgaz, Sarı Yazma'da  'simit yasağı'na bir anlamda sevinmektedir:

"Oğlum beş yaşlarındaydı. Ona bir tek simit bile götüremiyordum. Önce simit çıkarma müsaadesi verilmemişti fırıncılara. Bereket ki verilmemişti. Hadi bir gün para buldum, aldım getirdim diyelim, ikinci, üçüncü gün alışacaktı. O uyuduktan sonra dönüyordum bu gibi nedenlerden eve... (s. 258, 259). 

Resmî kayıtlara göre 400 yıldır soframızda yer alan simit, acaba bizim semtimize ne zaman uğramıştı? Bir soruyu da kendime yöneltmeyi ihmal etmiyorum:

Simitle ilk kez nerde ve nasıl tanıştım? Beni simide kim alıştırdı?

Erzincan Eğitim Yüksekokulunda arkadaşım Zeki Yaman’la, giriş katında, okul kantinine dönüştürülen laboratuvarda,  simit yediğimiz yılı  unutabilir miyim, asla! 1985 yılı... Tabureye koyduğumuz simit ve çay, günün mutlu anlarından biridir. Simit ve çayı ölümsüzleştirmişiz üstelik. Çünkü o 'tarihsel’ anı belgeleyen bir de fotoğraf çektirmişiz. Fotoğraf karesine yansıyan keder, o yaştaki gençlerin mustarip oldukları sorunlarla ilgili olmalı.

Bir yaz tatilinde, 1985 olmalı, kısa süre ‘resepsiyon memuru’ olarak çalıştığım Erzincan’daki Hotel Beyti’nin ‘Müdüriyet’inde, dünürümüz Ali Aslan’la  simit paylaşmış mıydık, bilemiyorum. Ali amcanın ‘şimit’i çok sevmesi, benim, simitten ‘nasiplenme’ gerekçelerimden biri olarak görülebilir.       

Simit, 1985 yılından önce hayatıma girmiş olmalı.

O hâlde ne zaman?

Uzun zamandır bu soruya cevap arıyorum. Köylerde simit bulunmazdı. Doğup büyüdüğüm Mezra köyünde simit yoktu. Mezra Köyü İlkokulu ile Salördek İlkokulunun bahçelerinde simitten, simitçiden eser yoktu. Sadece onlar mı? Uzunevler, Gökçekonak, Çatalyaka, Beğendik, Akdik, Kaymaztepe, Kangallı (Alikaraman), Kovuklu ve  Kocatepe İlkokulu öğrencileri de simitten, simitçiden habersizdi.

Köylerimizin hiçbirinde fırın yoktu. Daha doğrusu, fırına ihtiyaç duyulmazdı. Köyde hemen herkes ekmeğini evde yapardı.

Sonradan yerleştiğimiz Kırmızıköprü’de de simit satılmazdı. Kırmızıköprü Ortaokulunun önünden simitçi geçmezdi. Açlık içgüdüsünü ateşleyen o kışkırtıcı sesi ilk olarak nerede duyduğumu hatırlayamıyorum.

Taazee simiiit...

İlk olarak, Okmeydanı’nda, tek katlı ve bahçeli gecekonduların ara sokaklarına dağılan simitçilerden duymuş olmalıyım.

1978-1979 yılları… Yaz tatili... Erzincan’dan bindiğimiz otobüs sabahın erken saatlerinde bizi Okmeydanı’nda indirmişti. Annem ve kardeşim Hasan’la birlikteyiz. Hasan  4 ya da 5 yaşında olmalı.  İstanbul’daki inşaatın yapımıyla ilgilenen babamla birlikte yaklaşık bir ay geçireceğiz. Okmeydanı’ndaki çocuk parkından teyzemlerin evine doğru yürürken simitçiyle karşılaştık mı, hatırlayamıyorum.

O sırada teyzemin yurt dışında olması büyük olasılık. Kamer dayımızın tek katlı, bahçeli evinde kalıyoruz. Simitçinin sesini genelde evin içindeyken duyardık. Simitçi dakiktir, kimin kahvaltıya oturacağını iyi bilir. Kahvaltı  hazırlanırken, simitçi de sesiyle konuk olurdu soframıza...

Taazee simiiit...

Kaç kez simit aldık, bilemiyorum. Benim simitle tanışmam, o yıllarda oldu. Henüz 12 yaşındaydım. Simitçi deyince, aklıma hep o tanıdık ses gelir. O ses, benim için yitip gitmeyen, unutulmayan seslerden biri olagelmiştir. O sese, ‘zerzevatçı’, ‘süt mısır’, ‘badem’ satıcılarının sesini de eklemeliyim.

Simit satıcılarının sokaklarda yankılanan sesi özgündür, taklidi mümkün değildir. Bize özgüdür. Bir Fransız ya da Alman, sokakta çıkardığımız o sesi asla çıkaramaz. Türkçenin zengin sözvarlığını yansıtan o ses, bizim bin yıllık ezgilerimiz gibi kuşaktan kuşağa aktarılır.

Bir insan ancak bu kadar güzel seslenebilir. Güzellik, sadece taze ve simit sözcüklerinin yan yana kullanılmasından ibaret değil. Sokaktan eve ulaşan o ses, genelde masum bir çocuk sesidir. Günlerden cumartesi ya da pazar olması büyük bir olasılıktır. Çünkü sokaktan  seslenen çocuk, size ancak okula gitmediği gün ve saatlerde simit ulaştırabilir.

Simit;

Hafta sonlarında, masum çocukların elleriyle sofranıza gelen bereket,

Okul harçlığı,

Öğrencinin çantasındaki defter, kalem, silgi, sözlük,

Karanlığı aydınlatan fener,

Tuvale hayat veren boya,

Eli kalem tutana mürekkep,

Soğuk kış günlerinde evinize yayılan sıcak hava dalgasıdır.

Sokaktan evinize dalga dalga yayılan o heyecan verici ses, sobanızı tutuşturan oksijendir.

Eğer bir soba cayır cayır yanıyorsa, nedeni simittir.

Soba üzerindeki çay, daha iyi demlenmek için o masum çocuk sesine muhtaçtır.

Demek ki simit, tavşankanı çayın ana hammaddesidir.

Çaya simit yakışır.

Dost sohbetlerinin vazgeçilmez tadıdır simit.

Simit, sobayı dumana boğulmaktan kurtaran sabah esintisidir…

İşçilerimizin, fabrikalardan yurda yayılan iyimserliğidir.

En büyük üretici güç olan işçiler, elde simitle, çıkarcılığa ve karanlığa meydan okurlar.

Simitçi; korkunun kol gezmediği, kapıların kilitlenmediği, anne karnındaki bebeklerin minicik ayaklarıyla annelerini tekmelediği, çocukların tek başına okula gidip geldikleri mutlu bir Türkiye tablosunun tamamlayıcı ögesidir.

Sokaktan simidi ve simitçiyi kovmak, korkuya ve kötülüğe davettir.

Simitle, simitçiyle mutlu olan insanların ülkesidir, Türkiye.

Simitsiz, simitçisiz bir Türkiye, insanın boğazına takılan yavan ekmektir.

Belleğimi yokluyorum, Tunceli-Erzincan kara yoluna ve Pülümür çayına paralel uzanan Kırmızıköprü’de fırın var mıydı, diye… Evet, vardı! Bir fırınımız vardı! Fırının varlığıyla gurur duyardık.  Sanırım Akkılıç ailesine ait dükkân, fırına dönüştürülmüştü. Peki, kaç yılıydı? Büyük bir olasılıkla 1978yılıydı.  1979 da olabilir.

Fırıncımız Zeynel Ateş’ti. 

Kaymaztepe (Meçi)  köyünden Zeynel Ateş’i, fırından kürekle sıcak ekmek alırken hatırlıyorum.

Zeynel ustanın unu nerden aldığını bilemiyorum. Amcası Pala Dursun’dan (Dursun Ateş) ya da Erzincan’da, Buğday Meydanı’ndan, ‘Uncu Ömer’den satın almış olması güçlü bir olasılık. Fırında klasik beyaz ekmek üretilirdi. Ekmeğin bugünkü kadar kabarmadığından eminim.

Sizin anlayacağınız, ekmeğimiz ‘şişman’ değildi.

Biz fırından ekmek alır mıydık? Hiç hatırlamıyorum. Çünkü annem Emine Canerik, ekmeği evde yapardı. Fırında üretilen ekmeği, Halk Restaurant’ta, Mustafa Fırat amcamızın o meşhur kuru fasulyesiyle birlikte tükettiğimiz konusunda hiç kuşkum yok.

Fırında sadece ekmek üretilirdi.

Kısacası, Kırmızıköprü Ortaokulunda öğrenciyken de hayatımıza simit girmemişti.

Simit ve kurabiye bizim için bir şey ifade etmezdi. 

Pala Dursun’dan (Dursun Ateş) bir liraya aldığımız pasta, çocukluğumuzun Kırmızıköprü’sünde ayaküstü beslenmenin ‘piri’  sayılırdı.   

Annemin bol ıspanaklı böreği, bizim için olağanüstü bir lezzetti. Bir de tereyağlı ve bol cevizli baklava yapardı annem. Baklava, yılbaşı ve bayramlara özgü bir tatlıydı. Yılbaşı gecelerini ve bayramları bu yüzden çok severdik.

Sevgili annem, bir de balkabağı tatlısı yapardı. Bahçemizde yetiştirdiğimiz balkabağından yapılan tatlı, sonbaharda olurdu. Önce kabağı yerdik, ardından şerbeti kaşıklardık.

Tabakta bir gram şerbet bile bırakmazdık!

Şeker hastalığına meydan okuduğumuz yıllar…

O zaman gözümüz ‘dışarıda’ değildi.

Bizim için lüks sayılabilecek yiyeceklerden biri de bisküviydi. Devlet Bahçeli’nin deyimiyle, ‘piskevit’. Biz, ‘püsküvüt’ derdik. Rahmetli anneannem Emine Arslan ise ‘puskıt’ olarak ifade ederdi. Anneannemin arada bir bana verdiği birkaç bisküvi, ömrüme ömür katardı.

Keşiş Yaylası’nda, annemin duvar oyuklarına gizlediği bisküvi ile yoksulun o zamanki ‘padişah’ı üzüm-leblebiye ulaşmak, maharet gerektirirdi. Kendimi övmek gibi olmasın, ama ben bulurdum! Sarı kâğıt torbadaki kuruyemişi keşfettiğimde, ceplerimi doldurur Meryem Tepesi’ne koşardım.

Tozu dumana katarak!

Şanslı günümüzde, torbada şeker de olurdu.

Annem kâğıt torbadaki üzüm-leblebinin ‘firarı’nı geç fark ederdi. Eksilen üzüm ve leblebi, ağlayan çocuğu teselli etme araçlarından yoksun kalmak demekti. Yaylada tutumlu olmak, çok önemliydi. Çünkü yaylayla köy arasındaki mesafe en az üç buçuk saatti. Sık sık köye gidilip gelinmezdi. Bu nedenle şekeri, çayı, temizlik ürünlerini kullanırken ölçüyü kaçırmazdık. Tükenen ihtiyaç maddelerini Mezra köyünden de alamazdık. Çünkü köyümüzde bakkal yoktu. Alışveriş merkezi, Kırmızıköprü’ydü. Kırmızıköprü’yle Mezra arası iki kilometredir. Normal tempoyla yarım saatte yürünebilir.

Kırmızıköprü’de bisküvi bulmak daha kolaydı. Babam Hıdır Canerik, Almanya’da çalıştığı için Erzincan’dan toptan alışveriş yapardı. Babamın satın aldığı ürünler arasında, aklımda kaldığı kadarıyla, bisküvi (Eti Kremalı, Petit Beurre, Finger), makarna (Piyale), helva (Bozkurt), çorap, posta pulu, zeytin (Gemlik), zeytinyağı (Komili) yer alırdı. 

Bisküvi, beş kg’lık kolilerde satılırdı. Evde kalmadığında, soluğu Hüseyin Susam’ın bakkalında (Susam Bakkaliyesi) alırdık. Bir liralık bisküviyle karın doyururduk. Bir liralık bisküvinin gramajını bilmezdik. Tatlı niyetine ‘Petibör arası lokum’ aldığımız da olurdu. İki bisküvi arasındaki lokuma ‘pres’ uygulamadan edemezdik.

Lokum, Muhundu pestili gibi olurdu!  

Kırmızıköprü esnafı için söylenebilecek tek söz şudur:

Hiçbiri satmadı!

Neyi mi?

Simidi...

Simit satmak hiçbirinin aklına gelmemişti.

 ‘Avrupa görmüş’ esnafımız da simit satmaktan kaçınıyordu.

Simide karşı direnç geliştirilmişti.

Simidin Asyalı oluşuyla ilgili değildi bu direnç.

O günün ihtiyaç tablosunda simit yer almıyordu.

Bugün simitle ilgili yaygın ‘cehalet’te, esnafımızın payı yadsınamaz!

O yıllarda bizi simitle buluşturmuş olsalardı bugün simit hakkında belki farklı şeyler düşünüyor olacaktık.

Onlar simit satmayınca ne bilsin Paşa dedem simidi...

Paşa dedem, simidi hiç tatmadı. Onun hayatını renklendiren sayısız tatlar arasında simidin olmaması, büyük bir kayıp sayılmaz. Dedem, 1973’te aramızdan ayrıldığında henüz hiçbirimiz simidi tatmamıştık.

Simit bağımlılığım, şeker ve tansiyon çağına adım attığım yıllarda gelişti. Beni simide alıştıran kişi ya da kişileri hatırlayamıyorum. Şüphelendiğim kişiler arasında, ilk sırada, ‘Göbekli Gökmen’ olsa da kendimi ikna edebilecek kanıtlara henüz sahip değilim.

Ben ki simit nedir bilmezdim. Şimdi simitsiz kaldığım günler ellerim titriyor ve kendimi sevgili Aydın Yıldırım’ın yanına zor atıyorum. Aydın, okulumuzun yanı başındaki Yıldırım Simit Fırınının sahibi. Derince’de kaliteli simit aramak için fazla dolaşmanıza gerek yok. Zübeyde Hanım Kültür Merkezinin yanındaki Yıldırım Fırınında en güzel simidi bulabileceğinizden emin olabilirsiniz.

Yıldırım Simit Fırınında simitler taptazedir. Havaların soğuk olduğu bir gün yolunuz fırına düşerse, simitten yükselen buharı keyifle seyredebilir, simit kokusunu içinize çekebilirsiniz. Simidin baştan çıkarıcı kokusunu merak edenlerin ilk müracaat edecekleri mekân, Yıldırım Simit Fırınıdır.

Fırında sizi güler yüzle karşılayan Aydın ustanın, çay tiryakilerine bir de  sürprizi olur: Tavşankanı çay! Simitten kazandığını çaycıya verir. Eli açıktır. Alacağının peşine düşmez.  Veresiye defterinin sayfalarını koparıp fırına attığı çok olmuştur. Borçlunun olduğu sokaktan geçerken önüne bakan alacaklıları yetiştiren kültürel iklimin terbiyesini almıştır.

Simidi, fırına, başkalarının  mutluluğu için sürer.

Bundan daha keyif verici bir eylem olabilir mi?

Ne zaman simit krizim tutsa hemen Aydın’ın huzur veren fırınına atarım kendimi. Bazen arkadaşım Özgür Gündüz’le birlikte gittiğim de olur. Özgür’le en büyük keyfimiz, Feyzullah ustanın kahvehanesinde çay içmektir. Çaysız simidi aklımızdan bile geçirmeyiz. Feyzullah ustaya para verene helal olsun!  Usta bizden para almamak için bütün yeteneklerini seferber eder. Hoşsohbet bir insan Feyzullah usta. Onu dinlediğim gün bütün dertlerimi unuturum. Öğretmen arkadaşlarım da artık öğrenmiş oldular. Okulda simitten uzak durduğum günler, Feyzullah ustanın kahvehanesine uğradığımız günlerdir!

İştahımın kesik olduğu ‘iddiası’ bütünüyle gerçek dışıdır.

Bir insanın simitten yana iştahının olmaması, gerçeğe aykırıdır.

Evet, itiraf ediyorum, ben artık bir simit bağımlısıyım!

Simitle uyuyor, simitle uyanıyorum.

Simit süslüyor rüyalarımı...

Simitsiz günler geçmek bilmiyor. Daha şimdiden, yaz tatilini geçireceğim Kırmızıköprü’de simitsiz kalma korkusu yaşıyorum ve tecrübeli fırıncımız Zeynel ustayı Kırmızıköprü’ye yatırım yapmaya davet ediyorum. Bu arada, ustaya, bir aylık simit alışverişi taahhüdünde bulunuyorum.

Soğuk kış gecelerinde ateşim yükseldiğinde simidi sayıkladığıma komşularımız da tanıktır. Bir sabah vakti kapımızı çalan Esin Hanım’ın simit sürprizi de bundandır.

Şifa niyetine...

Yeni evli çiftleri ziyarete giderseniz, simidi ihmal etmeyin. Nazardan saklar. Evdeki huzursuzluğa, gelin kaynana tartışmasına iyi gelir. Bu arada, henüz ekmek ısıtma deneyimine bile sahip olmayan genç çiftlere zahmetsiz ikram olanağı sağlamanın mutluluğunu yaşatırsınız.

Kiloluysanız, sıfır beden komşunuzu kıskanmanız insani bir davranış olarak görülebilir. O yüzden, komşunuzu kendinize benzetmeniz için simit bağımlısı yapmanız yararlı olur. Komşunuza simit ikramıyla mutlu olurken, başkalarına kazandırdığınız kilolarla övünebilirsiniz. Sayenizde şişmanlayan komşunuzun, bonkörlüğünüze duyduğu minnet duygusu manevi zenginliğinize zenginlik katabilir.

Bu davranışla, kilolar arası uçurumu ortadan kaldırmış olursunuz.

Buna hukuk dilinde ‘Anayasal eşitlik’ adı verilmektedir.

Ben bir simit bağımlısıyım... Evet, simit bağımlısıyım! Şimdi simidi ‘yavan’ tüketme alışkanlığımdan artık eser yok. Simit dediğin kaşar ister, çay ister, yayık ayranı ister. Bazen bunlar da yetmeyebilir. ‘Salı Pazarı’ndan alınan domates, biber, salatalık, maydanoz, roka ve dereotu da gerekebilir.

Simide ilave ettiğiniz besinlerin göbeğinize katkısını tartışmaya değmez. Gülün dikeni olur. O kadarcık göbeğin ne zararı olabilir ki... Gıda güvenliği tehlikede olan bir ülkede, yedek ‘depo’nun yararlı olmadığını kim savunabilir? Güçlü bir yağ deposu olanlar, tuz, su ve biraz şeker takviyesiyle, aylarca hiçbir şey yemeden yaşamını sürdürebilirler.

Okulda yediğimiz simidin bize bırakabileceği en büyük ‘maddi’ servet, kuşkusuz zor günlerimizde bize gerekli olacak olan göbektir.

Bundan daha büyük bir servet düşünülemez.

Turgut Reis İlkokulu öğretmenler odası simit kokar. Bu koku, aynı zamanda dostluğun ve kardeşliğin kokusudur. Masadaki simit, damak zevkimize uygun bir tat olmaktan başka bir şeydir artık. Bizim öğretmenler odasına uğrayıp bir yudum çay içmeyen, simitten bir ısırık almayan hiç kimse bu duyguyu anlayamaz ve tanımlayamaz.

Öğretmenler odasındaki simit;

Özgür Gündüz'ün kılı kırk yaran dikkati, 

Serpil Pınar’ın enerjisi ve coşkusu,

Şenay Gök’ün ağırbaşlılığı,

Elif Ekşi’nin masumiyeti,

Tülin Aktaş’ın güven verici kişiliği,

Nizamettin Güleşçe’nin efendiliği,

Kebire Çağlar’ın sabrı,

Gülsüm Yıldız’ın duyarlılığı,

Neziha Fatma Kaynar öğretmenimizin, sabah Deniz Mahallesi’nden toplayıp getirdiği çocukların sesi ve çığlığı,

Bilge Demirci’nin vakarı,

Baki Gülmez’in iyimserliği,

İbrahim Özer’in on parmağında on marifeti,

Semra Akgül Öztürk’ün alçak gönüllülüğü,

Gülnaz Akcan’ın meslek aşkı,

Selami Bekar’ın dinlendirici sessizliği,

Havva Ayhan’ın titizliği demektir.

Öğretmenler odasının demirbaşı, simittir. Masadaki simit, sadece öğretmenlerin değil, odaya adım atan herkesindir. Benim, senin, onun, hepimizin! Öğretmenlerimiz, simitle, özel mülkiyet ilişkisini sona erdirmiştir. Simit, bölüşüm ilişkilerine toplumcu bir nitelik kazandırmıştır. Bir sistemin insancıllığı,  herkese ihtiyacı kadar vermekle test edilebilir.  Bir insanı yetenekleri ve gücü kadar çalıştıran ve ihtiyacı kadar veren sistem, insan merkezli bir sistemdir.

Öğretmenler odasının kapısını sabah vakti genelde simitçi çalar. Simitçi, sepetiyle, okula mutluluk taşıyan kişidir. Ben, simitçinin geldiğini, üst kattaki odada bile anlarım. Bilirim ki odanın penceresinden içeri giren o baştan çıkarıcı koku, simit kokusudur. Simitçinin okula geldiğinden artık emin olabilirim.  O kokuyu içime çektiğimde bilgisayarın klavyesine keyifle dokunurum. Ulvi Cemal Erkin’in ‘Anadolu’dan Esintiler’ini  zevkle dinler, Ahmet Sağlam’ın ‘Düçar’ıyla, Erenler diyarına konuk olurum.

Simit, okuldan bütün kötülükleri uzaklaştıran nazar boncuğudur.

Baş ağrısına karşı ‘Aspirin’den daha etkili bir ilaçtır.

Dostluk, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşliktir.

Bir çay parasına karın tokluğudur.

Simit, bencilliğin bir numaralı düşmanıdır! Kardeşlik sofralarının vazgeçilmez menüsüdür. Adı bereketle anılan Halil İbrahim’in isim babasıdır. Simit, tükenmeyi değil, çoğalmayı temsil eder.

Simit, elimizden birer birer çıkan millî kuruluşlarımız içinde yabancıların ele geçiremediği, satın alamadığı  en büyük millî servettir. Simit, tutsak alınmak istenen bir milleti ayakta tutan en büyük güçtür.

Simit, düşmanın, boğazın deli dalgalarına sürüklediği insanımızı boğulmaktan kurtaracak  değerlerin simgesidir.

Aydınlık Türkiye’nin menüsüdür.

Yıldırım Simit Fırınına koşuyorum ve bir sepet dolusu simit alıyorum. Kahvaltıya yeni oturmuş mahalleliye sesleniyorum:

Taaze Simiiit...

Pencereden, altın sarısı bir kız çocuğu başını uzatarak bana sesleniyor:

Simitçi amca, bir simit!

Kız çocuğunun sesiyle mutlu oluyorum.

Güvenli ve mutlu Türkiye’nin sesini duyuyorum.

Mutlu Türkiye’nin sesiyle yeniden kendime geliyorum ve beni simide alıştıran o güzel insanlara yüreğimi açıyorum!

 (Körfez, 05.06.2017)

 

Kaynakça:

Güntekin, Reşat Nuri. (1974). Kavak Yelleri, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul: 1974.

Ilgaz, Rıfat. (1998). Sarı Yazma, İstanbul: Çınar Yayınları. 

 http://www.simit.gen.tr/simit-tarihi.html Erişim: 25.05.2017.

Meydan Larousse Büyük Lugat ve Ansiklopedi. 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault