Hüseyin Fırat, gözlerini, Pülümür Mezra köyünde dünyaya açtı. Nüfus kayıtlarına göre, 12 Kasım 1933’de doğdu. Kardeşlerinin yaş aralığına bakılırsa, 1933’ten belki birkaç yıl önce doğmuştur.
Karsanıze’nin, yani Mırze’nin kucağında zorunlu uzun bir yolculuğa çıkarıldığında üç ya da beş yaşındaydı.
Kara trene bindirildiği o uzun yolculuğu hatırlayamayacak yaştaydı.
O güne ilişkin anılar, kara trenden bozkıra yayılan duman gibidir.
Dağılıp giden o dumandan geriye yürekten kazınamayan acılar kalmıştır.
Trene kardeşleri ve annesiyle birlikte binmiştir. O yolculukta babası Hüseyin Ağa, amcaları Hıdır Ağa ve İbiş Ağa yoktur.
İşinde gücünde sakin bir yaşam sürdüren babası ve amcaları, köylüleriyle birlikte evlerinden alınmış, bir daha geri dönmemişlerdir.
Onlardan geriye Pülümür Vadisi’nde yankılanan çığlıklar kalmıştır.
Aradan seksen yıl geçse de unutulmaz acılar.
Hiçbir acı, insan belleğinden silinmez!
Her yara insan yüreğinde iz bırakır.
Kabuk bağlayan yaralar yüreğini kanatır insanın.
Yıllar sonra, hasta yatağında, bu acıyı yeniden hatırlayacaktır:
“Anne baba yok, amca yok. Memlekette bir amca diyemedim, bir baba diyemedim, yetim bıraktılar.”
Yetim bırakılmanın büyük acısı, bütün bir ömür peşini bırakmamıştır.
Bir insan için baba diyememek, büyük bir acıdır.
Hüseyin Fırat için baba ve amca diyememek, acıların büyüğüdür.
Üç ya da beş yaşındayken babası alınmış elinden, üstüne iki amcası birden…
Ferhat Ağa’nın üç oğlu, aynı gün yıldızlara kavuşmuştur.
Üç kardeş, her şeyden habersiz diğer köylüleriyle birlikte sonsuzluğa karışmıştır.
Pülümür Vadisi, yıldızlara kavuşanların yasını tutmuştur.
Ömrünün seksen bir yılını babasız geçirmiş. Baba diye sarılacak kimsesi yok. Sadece babası değil, amcaları da çok görülmüş ona. Bütün bir ömür, baba diyememiş, amca diye seslenememiş.
Ne zaman baba diye sarılacak bir kucak arasa aklına bozkırda dağılan o duman gelmiş.
Kara trenin dumanı.
Dokuz yılını Çan’ın Hurma köyünde geçirmiş.
Delikanlılık çağında, ikizi Beser’i Çanakkale’de bırakarak Pülümür Mezra köyüne döner. Yüreğinin yarısı Çanakkale’dedir artık.
Harabeye dönen Mezra köyünde yeniden hayata tutunur.
Mercan Hanım’la, bir ömür boyu sürecek birlikteliğe imza atarlar.
1965 yılında, yeniden gurbet yolu görünür.
Gurbetten gurbete koşan bir ömürdür onunkisi.
Almanya’ya gitmeden önce, ‘ayakta’ geçirdiği bademcik ameliyatının acısını sorgulamaz.
Asıl yara yüreğinin derinliklerindedir çünkü.
Frankfurt’ta, demir döküm fabrikasında işçilik yılları başlamıştır.
Demir dökümden sonra Werter’de, bisiklet fabrikasında iki yıl çalışır.
Ardından Poppe & Potthoff’da, ağabeyi Hıdır’la birlikte, aynı makinede çalışmaya başlar.
1974’te, köyüne, hemen her yaz tatilini geçireceği iki katlı ev yapar.
1978’de eşi Mercan Hanım’ı ve çocuklarını yanına götürür.
Fırat ailesi için Bielefeld günleri başlamış olur.
Almanya’daki ikinci mekânı Alevi derneğidir.
“Gün geldi çalışmaz oldum
Kendimi Alevi derneğinde buldum
Bana yol oldu
İş oldu
Mekân oldu
Onsuz günüm geçmez oldu”
Hüseyin Fırat, Mezra köyünün gülen yüzüdür. Acı çekmiş, acılara tanıklık etmiş, ama kimseye acı çektirmemiştir. Büyük acılara ve haksızlıklara yüreğini siper etmiştir.
Yaşamında en küçük bir leke yoktur. Lekesiz bir yaşam sürdüren Ferhat Ağa’nın torunu Hüseyin Fırat, yaşama veda etmeden birkaç yıl önce çocuklarına lekesiz yaşam nasihatinde bulunmuştur:
“Bu aileye leke gelmesin, canlarım ve ciğerlerim.”
İnci tanesine benzeyen el yazısıyla kaleme alınmış satırlar, yüreğinde kötülüklere yer olmayan bir insandan geriye kalan en büyük mirastır.
1930 kuşağından olmasına karşın tutucu değildir. Çocuklarıyla denize girer, gitarın tellerine dokunur, doğum günlerini kutlar. Ona Mezra köyünün sakallı aydını, gönül adamı demek daha doğrudur.
Sınava hazırlanan bir kız öğrencinin, “Dede, bana dua et de sınavı kazanayım.” çağrısına verdiği cevap hepimiz için gurur vericidir:
“Çalış kızım, o zaman kazanırsın.”
Hüseyin Fırat, torunlarına sevgiyle dokunan sıcak bir insan elidir. Onların minik ellerini her zaman sevgiyle kavramış, ilerleyen yaşta, Çemesol’da birlikte kulaç atmaktan çekinmemiştir.
Cızmesur’un gönüllüsü Hüseyin Fırat’ın yaşamında akla ve bilime aykırı hiçbir şey yoktur.
O, incinse de incitmeyen bir kültürel iklimde boy vermiş Anadolu bilgesidir. Büyük haksızlığa uğradığı hâlde memleketine tutkuyla bağlı kalan bu Anadolu bilgesinin yaşamı derslerle doludur. Ülkesinde çektiği acıları yüreğine gömerken bilge insan ağırbaşlılığıyla hareket etmiştir. Babasından, amcalarından, köylülerinden, köyünden koparılan bu bilge insanın, hasta yatağında elini tutan Bahar’a son sözü yine memleket olmuştur:
“Memleketi seviyorum. Herkesi seviyorum.”
Hep memleket dedi, son sözü yine memleket oldu. Memleketini ve insanlarını hep sevdi.
Memleketlisi, köylüsü de onu çok sevmiştir.
Çektiği acıları ülkesine fatura etmeyen güler yüzlü bu insanın ömrü memleket hasretiyle geçmiştir. Kasım ayında doğmuştu. Yaprakların döküldüğü bir zamanda açmıştı gözlerini. Ekim’de, yaprakların sararma mevsiminde kapadı gözlerini. Memleketine sıcak bir sonbaharda kavuştu bu kez. 17 Ekim’de, yazı aratmayan bir günde Mezra Köyü Mezarlığında sevenleriyle buluştu. Pülümür Vadisi’nin sonbahara özgü renkleri, hüzün yayıyor şimdi. Zorbalığa direnen meşe, dalındaki son yaprakları bu memleket sevdalısı için döküyor. Mezra köyünün gülen yüzü Hüseyin Fırat’ın büyük hasreti, kadim topraklarda son buluyor.
Hüseyin Fırat, oğlu Murat ve torunuyla birlikte
(Yalova, 26 Kasım 2019)