Cimin taşıyla yapıldığında ilkokula yeni başlamıştım. Siyah önlüğüm yepyeniydi. Yakalığım kar beyaz… Yeşil kabuklu cevizle kararmıştı ellerim. Tırnaklarımı o zaman henüz otuz yaşında bile olmayan annem kesmişti. Tırnak makasını görünce kaçmış mıydım, bilemiyorum.
Bildiğim tek şey, annemden kurtuluş yoktu!
Ellerimi, Puşi Deresi’nde kumla ovmuş, ağartmaya çalışmıştım. Öğretmenimin temizlik kontrolüne ‘kirli’ ellerle giremezdim. Üzerine her iki elimi uzattığım mendil, lekesizdi.
Siyah önlüğün cebinde yaban armudu (ahlat) taşımak, âdettendi. Sonbaharda cepte taşınan armut, kışın ‘kak’ olurdu. Kurutulmuş armut yani. Kese kâğıdından özenle alınan bir avuç leblebi-üzüm, lükstü. Leblebiyi ve üzümü birer birer atardık ağzımıza. Gizlice aldığımız şekerin çabuk bitmesi, üzüntülerin büyüğüydü.
Ağır ağır emerdik şekeri…
Çok tutumluyduk!
Ev işte o zaman yapılmıştı…
Ev inşaatına malzeme taşıyan kamyonun geçirdiği kaza, hafif atlatılmıştı. El freni çekilmeyen kamyon, tozu dumana katmış, onlarca koyunu ezmişti. Kamyon çıldırmıştı! Tılp’ta harekete geçen kamyon, Komel’de, armut ağaçlarına çarptıktan sonra durabilmişti.
Komel, hasarlı kamyona günlerce ev sahipliği yapmıştı.
Armut ağaçlarının altındaki hasarlı kamyon, hepimizin ilgi odağıydı. Hemen her gün Komel’e gider, kamyonu ellerdik.
İnşaat alanı bir zamanlar bahçeydi. Evin temelleri atılırken, bazen kazmayla ikiye bölünürdü yer elmaları. Çeşme, inşaata birkaç yüz metre mesafedeydi. Elde yer elması, soluğu Sadık Çeşmesi’nde alırdık.
Yer elmasıyla mutlu olduğumuz yıllar…
Ev, 1973 yılında, evin delikanlısı gözlerini açmadan altı yıl önce yapıldı. Delikanlı gözlerini altı yıllık evde dünyaya açtığında babası 60 yaşındaydı. Köye gelen misafirlerin ilk uğrak yeriydi, ev. Baba, Ağa olarak anılırdı, ama çoğu işlenmeyen tarlaları ve hayvanlarından başka bir varlığı yoktu.
Ağa dediğin, zengin olur, o, gönlü zengin olanlardandı.
İlkokula giderken evin önünden geçerdik. O yaştaki çocuklar yürümez, koşar! Koşardık! Rüzgâr gibiydik okul yolunda. Yaz kış fark etmez, hep sokaktaydık. Evden sokağa sıcak ekmek kokusu yayılırdı. Elde sıcak ekmek düşerdik okul yoluna.
Ne çabuk geçti yıllar… Köyden ayrılalı neredeyse kırk beş yıl oluyor. Cimin taşıyla yapılan ev şimdi kırk altı yaşında. Biçimli kesme taşlar olduğu gibi duruyor. Evden belki yirmi yıl sonra yapılan çeşmenin sıvası dökülmüş, suyu kesilmiş. Baba, eve on yedi yıl önce veda etmiş. Evin delikanlısının kalbi ancak yirmi dört yıl dayanabilmiş bu kahrolası hayata. Ya anne? Onun göz pınarları kurumuş. Gözyaşlarından, yüzünde derin çukurlar oluşmuş. Babasını, delikanlısını yitiren ev, bundan tam üç yıl önce annesiz kalmış. Tüm kapıları kapanmış böylece evin. Kapısını çalan yok şimdi, geleni gideni de… Öksüz kalmanın acısını sadece insanlar çekmez. Babasız, annesiz, delikanlısız evler de öksüz kalır. En son üç yıl önce, Mayıs ayında sıcak ekmek kokusu yayılmıştı evden köye. İşlenmeyen tarlalara, köye hüzün yayılıyor şimdi.
Bir sonbahar günü, kırk beş yıl önce önünden koşarak okula gittiğim evin kapısını yeniden çalıyorum. Bir dilim sıcak ekmek bulma umuduyla… Ses vermiyor kapı. Kapıları, pencereleri kapalı evin merdiveninden Pülümür Vadisi’ni seyrediyorum. Rüzgâr gibi koştuğumuz yola düşüyorum yine. Sonbaharda savrulan yapraklara karışıyorum.
(Yalova, 6 Aralık 2019)