Hacı Erkan, 1989’da 48 yaşındaydı. Gücü kuvveti yerindeydi. Tekman Işıklar (Şeme) köyünde sabah erkenden uyanır, tarlaya giderdi. Beş kardeşin en küçüğüydü. Beşe bölünen tarlalardan onun payına düşen birkaç dönümlük yerdi. O kadarcık toprak karın doyurmazdı. Hayvan besler, ekin eker, yağmurlu günlerde toprak damlı evini loğlardı. Erzurum’un soğuğunu yaşayan bilir. Işıklar’ın bitki örtüsü zayıftır. Yakacak odun bulmak zordur. Köylülerin temel yakıtı, tezek-kermedir. Sonbaharda tezek ve kerme depolamak için piramidi çağrıştıran ‘kalak’ yapılır. Bir kalak tezekle kış geçmez. Hacı Erkan’ın, birden çok kalağı olurdu. Tezek gevenle tutuşturulur. Soğuklar bastırmadan Işıklı’nın çevresinde geven toplamaya çıkardı.
Ne olduysa 1989’da oldu. Tekman’dan Dilovası’na yerleşen çocukları, köyden ayrılmasını istiyordu. Altı çocuklu bir aileydiler. Üç kız, üç erkek çocuk babasıydı. Çocukları Dilovası’na yerleşmiş, iş güç sahibi olmuşlardı. Işıklı’dan daha iyi koşullarda yaşıyorlardı. Tekman’da bir başına kalan anne ve baba, onları üzüyordu. Dilovası’ndan, Işıklar köyündeki muhtarın evini arıyorlardı. Yine bir gün çocukları aramış, Dilovası’na gelmeleri konusunda ısrar etmişlerdi. Bu kez hayır diyemedi. Hayvanlarını sattı. Kalın yün yorganlar, yataklar, işlenmiş yastıklar, bakır kaplar, kilimler, duvar halıları, duvarda asılı fotoğraflar, siniler, tahta kaşıklar derlenip toplandı. Eşyalar el birliğiyle yüklendi kamyona. Toprak evin ahşap kapısındaki zincire asma kilidi geçirdi. Kapıyı kilitledi. Anahtarlardan birini komşusuna verdi. Komşusundan, eve mukayyet olmasını isteyerek eşiyle birlikte şoför mahallindeki yerini aldı.
Kamyonla köyden ayrıldıklarında karı-kocanın gözleri buğulanmıştı. 60-70 haneli Işıklı geride kalmıştı.
Dilovası’na geldiğinde Türkçe konuşmakta zorlanıyordu. Zamanla daha güzel konuşmaya başladı. Bu arada boş durmuyor, ne iş bulsa yapıyordu. İnşaatlarda, yol yapım çalışmalarında ter döktü. Marshall’da, Çolakoğlu’nda taşeron elemanı olarak çalıştı.
Hacı Erkan, sanayinin kalbinde sigortasız çalıştığını öğrendiğinde iş işten geçmişti. Bir dilekçeyle, yetkililere başvuracak gücünü bile yitirmiştir artık. Üç ayda bir aldığı 543 TL yaşlılık maaşına mahkûm edilmiştir.
Dilovası’na geldiğinde sekiz nüfuslu bir aileydiler. Dilovası onlara acımadı, önce oğlu Yılmaz’ı aldı ellerinden. Yılmaz, geçirdiği bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Sekizden yediye indi ailenin nüfusu. Yılmaz’ın acısı, anne-babanın ömründen nice yıllar eksiltti. Çok geçmedi. Bu kez Nihat’ın kalbi, Yılmaz’ın acısına dayanamadı. Nüfus, yediden altıya düşmüştü. Yılmaz’ın ardından Nihat’ı kaybeden aile iyice içe kapandı.
Hacı Erkan ve eşi, çocuklarını kaybettikten sonra yaşamdan iyice soğudu. Gözlerinin feri sönmüştü artık. Ona ilk olarak durakta otobüs beklerken, Dilovası İstiklal Caddesi’nde ağır ağır yürürken rastlamıştım. Evlat acısının ağırlığı altında ezilen yüreği, vücudunu taşıyamıyordu. Bastonuyla yürürken arada bir çevresine göz atar, kayıtsız biçimde yol alırdı. Birkaç dakika uzaklıktaki evinden Hanibaba Pastanesine gelirken, zorlanırdı. Gençliğinde bir solukta aldığı yol, onun için artık bitip tükenmek bilmeyen işkenceydi.
Eşini on ay önce yitirmişti. Ali Bora’nın işlettiği Ergül Kıraathanesinde, tek başına oturuyordu. Taze demlenmiş çayları alıp yanına oturuyorum. Beni kırmıyor, birlikte çay yudumluyoruz. Şekerleri karıştırırken oldukça düşünceli. Eşini on ay önce yitirdiğini öğreniyorum. İki oğlundan sonra eşini de yitirmesi, onu iyice yalnızlaştırmış. “Keşki,” diyor, “onun yerine ben ölseydim!”. Yalnızlık meğer ölümden betermiş. Şimdi oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte oturuyor. Oğlu ve gelini çalışıyor, torunları ise okuyor. Gelininin, oğlundan da iyi olduğunu ifade ediyor.
Her sabah oğlu ve gelini işe, torunları okula gidiyor. Onlar gidince o kahredici yalnızlıkla baş başa kalıyor. Yalnızlık çekilir mi, o da İstiklal Caddesi’nin yolunu tutuyor. Çocuk parkından geçtikten sonra caddesine kavuşuyor. İstiklal Caddesi, her sabah işçi, memur ve öğrencileri ağırlıyor. Caddenin sağında-solunda sıralanan fırınlar, pastaneler, bakkallar, lokantalar, çay ocakları sabah saatlerinde şenleniyor. Hacı Erkan, o kalabalığın arasında yürek burkan yalnızlığıyla yol alıyor. Arada bir gözlüğünü düzeltiyor, yorulduğunda soluklanıyor. Yoldan gelip geçen öğrencilere, işçilere, korna çalan araçlara, çay içen insanlara bakıyor.
Bugün 78 yaşında. Beş kardeşin en küçüğü olarak gözlerini dünyaya açmıştı. Önce anne-babasını, sonra kardeşlerinin hepsini sonsuzluğa uğurlamış. Evlat acısını yaşamış. Acılara akıtılan yaşlara göz pınarı mı dayanır, son birkaç damla göz yaşını on ay önce toprağa verdiği eşine saklamış.
Her sabah 532. Sokağın başındaki Hanibaba Pastanesinde kahvaltı yapıyor. Pastanede sıkılınca soluğu Ali Bora’nın dostluk kokan kahvehanesinde alıyor. Genelde tek başına oturuyor. Bastonuna dayanırken onun aklından ne geçtiğini bilen yok. Yüzündeki derin izler, 78 yıllık ömrünü özetliyor. Işıklı’dan bin bir umutla yerleştiği Dilovası’nda hayatından çalınan çocukları ve eşine ağıt yakıyor. Belli ki otuz yıl önce ayrıldığı köyüne, yitirdiği çocukları ve eşine kavuşma özlemi çekiyor. Üstü başı temiz bu yaşlı adama, bir daha görüşmek dileğiyle veda ediyorum. Onun yüreğimi burkan bakışları bin yıllık ayrılıkların, yoklukların, acıların toplamı oluyor.
Ardımdan kapanan kapıyla yüreğim burkuluyor:
Acaba onu bir daha görebilecek miyim?
(Dilovası, 2 Mayıs 2019)