İlk derse Pülümür Mezra Köyü İlkokulunda başlamıştım. 1972 sonbaharıydı. İlkokul 1. sınıf öğrencisiydim. Kalemi elime ilk veren, öğretmenim Kemal Cahit Akçiçek olmuştur. O gün öğretmenimin uzattığı kalem elimden hiç düşmedi.
O kalem hiç tükenmedi.
Mezra Köyü İlkokulunda başladığım öğrencilik yıllarım Salördek İlkokulu, Kırmızıköprü Ortaokulu, Pülümür Lisesi, Erzincan Eğitim Yüksekokulu ve Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde devam etti.
1972 sonbaharında öğretmenimin bana verdiği kalemi ceketimin sol iç cebinde taşıdım. Kim bilir kaç ceket eskitmişimdir. Yıpranan, solan, kaybolan ceketlerim oldu. Ya kalemim? Sağ başparmağımla işaret parmağımın arasında tuttuğum kalem hiç yıpranmadı. Onu kullanan elim titremedi.
47 yıldır kalemi elden düşürmemek, tapu kayıtlarına sığmayacak en büyük mal varlığımdır.
Çocukluk aşkımı merak edenlere köy çeşmesini, ceviz ağaçlarını, Keşiş Yaylası’nı, Meryem Tepesi’ni, Meryem Çeşmesi’ni, Pülümür Vadisi’ni, Pülümür Çayı’nı, Pit’in Mağarası’nı, Çemesol Çayı’nı, dedelerimizin bilek gücüyle deldiği Tünele Keke Areyiz (Taş Tünel)’i, Oli’yi, Ana Fatma’yı, Buyer Baba Gölü’nü, Salördek Çayı’nı, Gema Aynige (Akdik Ormanı)’yi adres gösterebilirim.
Bir çiçekle bahar mı gelir!
İtiraf etmeliyim, benim vazgeçilmez aşkım, kalemdir.
Sarı Kız’ın mendiline akıttığım göz yaşlarının ilk tanığının kalem olması, rastlantı değildir. Kalem mutluluğum, sevincim, kahkaham, üzüntüm ve beni ayakta tutan direnç kaynağımdır. Kalem yüzünden dayak yemiş, tehdit edilmiş, görevden alınmışımdır. Fakat yüzümde patlayan hiçbir yumruğun gücü, kalemi elimden almaya yetmemiştir.
12 Aralık 1988’de, Erzincan Otlukbeli Boğazlı Köyü İlkokulunda göreve başladığımda kalem yine cebimdeydi. Kalem bana sevmeyi öğretmiş, sevgi de kalemime güç vermiştir. Dostlukların çoğu mürekkep izi taşır. Daha doğrusu, mürekkebin bulaşmadığı dostluk yoktur. Benim dostluklarım da mürekkebi hiç kurumayan kalem ürünüdür. Ülkeme duyduğum tanımsız sevgi, gücünü kalemden almaktadır. Köy ve köylüyü de kalem bana sevdirmiştir. Köylülere duyduğum sevgiyi en iyi ifade eden araç, kalemdir.
Boğazlı ve Esenevler (Tercan)’in güzel insanları, bu mesleğin bana kazandırdığı büyük zenginliklerden biridir.
Mutluluğu kalemle tadan biriyim. Ne var ki kalem, bazen huzursuzluk yaratan bir silaha da dönüşebilir. Bazıları için kalem utançtır, yüz kızartıcı suçları tarihe not eden arşivdir. Kaleme kuşkuyla bakmalarının nedeni, millete karşı işledikleri suçların, göğüsleyemeyecekleri utancın kayıt altına alınmasıdır. Dilovası Akşemsedin İlkokulunda görevlendirilmemi, kaleme borçluyum! 1972 yılından beri elimden düşmeyen kalemden korkanlar, kalemi elimden alamayınca öfkelenmiştir.
Dilovası’na, 28 Şubat 2018 günü, sağanak yağış altında ulaştım. Değerli Müdürüm Musa Güngör’le birlikte Dilovası’na gelmiştim. Köyde doğup büyümüş biri olarak Dilovası’ndaki köy kökenli çocuklardan oldukça etkilendim. Ceyhun Atuf Kansu’nun, “Kaderleri bana benzeyen” dediği bu çocuklar Ağrı’nın, Erzurum’un, Bingöl’ün, Diyarbakır‘ın, Karadeniz’in köylerinden, ekmek için Türkiye’nin en kirli kentine gelmişlerdi. Kiminin annesi, çocukluğunda zorbalık görmüştü. Kiminin babası, küçük yaşta ağır iş yükü altında ezilmişti. Yokluk ve yoksulluğu yaşamışlardı. Onların tek beklentisi, normal bir insan gibi yaşamaktı. Daha fazlasını isteyen yoktu. Dilovası’nın, insanı ve doğayı tahrip eden zehirli havasının farkında olmamalarının nedeni budur.
Onlarla bir öğretim yılını birlikte geçirdim. Üçüncü kattaki derslikte keyifli günler geçirdik. Bazen yükseldi sesim, kısıldığı da oldu. Sesimi ‘yitirdiğim’ hafta, öğrencilerimle, tahtaya yazı yazarak iletişim kurdum:
“Çocuklar, sesim çıkmıyor. Dersimiz Matematik, defter ve kitaplarımızı çıkaralım.”
Sesimin hiç çıkmadığı hafta, sınıfın en sessiz haftalarından biridir.
Bugün otuz yıla yaklaşan meslek yaşamıma son noktayı koymak üzere yine Dilovası yoluna düştüm. Üçüncü kata ağır adımlarla çıkıyorum. Arada bir unutsam da, her dinlenme saatinde kilitlediğim iki pencereyi açıyorum. Pencereden içeri dolan kirli havayı umursamıyorum artık. Dün sınıf panolarının tamamını temizlemiştim. Sınıfta ne bir öğrenci var ne de panoda bir resim. Sınıfta öğrenci yoktu, panolar çıplaktı. Bir sınıf öğrencisiz ve panosuz olmazdı. Sınıf dediğin, çocuk demektir. Çocuk şarkısı, sevinci, kahkahası ayrıca. Dört duvar çocukların çizdiği resimler, yazdığı şiirler, el işleriyle sınıf kimliğine kavuşur. Öğrencisiz, şiirsiz, resimsiz, şarkısız bir derslik, sınıf değildir.
Şimdi ayrılık vakti. Otuz yıllık mesleğe nokta koyacağım bir gün. Çocukları bekliyorum. Az sonra kapı açılacak, çocuk sevinci dolacak sınıfa… Bakalım kapıyı ilk kim açacak? Ela ya da Ömer olabilir mi, belki. Mustafa, Ümmügülsüm, Berra, Betül, Can… Niçin Nehir olmasın? Dilan’la Samira da çıkıp gelebilir.
Bu kez Bulut sürpriz yapıyor!
Gözleriyle mutluluk yayıyor sınıfa…
Duygularımı kâğıda dökerken boğazım düğümleniyor. O sırada, okulumuzun Güzin Ablası Yeşim Çınar koridordan geçiyor. Çayı tek başına yudumlamak ona göre değil. Bir bardak çay daha alıp geliyor. Kirpiklerim ıslanıyor. Başlamak kolay, ya ayrılık? Coşkuyla kutlarız birlikteliklerimizi. Gülerek çoğalırız çünkü. Düğün, bir araya gelmek yani çoğalmaktır. O yüzden düğünlerde halay çeker, horon teperiz.
Bugün ayrılık vakti.
Ayrılık ve ölümle eksiliriz.
Eda Karaytuğ’un Tükendi Nakd-i Ömrüm şarkısıyla, hüzün, çıplak duvarlardan boş koridora dalga dalga yayılıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=g8OyY_cGLg0
Ayrılık vakti ne kadar zorlasan da gülemezsin. Öğrenciler, öğretmenin nabzını bile ölçer, yüreğindeki çarpıntıyı duyar. Yüreğimdeki çarpıntıyı onlardan nasıl gizleyebilirim…
Dilovası’nda güzel öğrencilerim oldu, onlardan ayrılmak çok zor! Sözgelimi Hypatia (Ebrar)’dan nasıl ayrılabilirim? Bingöl’ün karlı dağlarından akıp gelen Nehir’den peki? Bir öğrenim yılı boyunca hep gülümseyen Dilan’dan, en güçlü rakibini bile pes ettiren polemikçimiz Samira’dan, saçları hiç bozulmayan Halepli Muhammed Zekeriya’dan, yeterince öğrenemediği dilde en karmaşık problemleri çözme başarısını gösteren Suriyeli Eymen’den ayrılmak gerçekten zor. İnsanın yüreğine koymak istediği Berra’yı unutur muyum? Berra’yı, Betül’ü, Taha Kadir’i, Sedef’i, Ahmet Cuma’yı, Esmanur’u, Yaman’ı, Mustafa’yı, Rümeysa’yı, Yusuf’u yüreğinden çıkaran öğretmen koca bir boşluğa düşer. Sınıfın bilgesi Ela’ya nasıl veda edebilirim? Sınıfımızın iç ve dış işleri sorumlusu Ümmügülsüm’e el sallarken nemlenmez mi gözü insanın? İkiz kardeşlerden farksız Hicran ve Irmak, bu ayrılığın yürek burkan ikilisi olacak. Daracık cebinde çiğ yumurta taşıma becerisi gösteren Baran (Çelik), bir gün önce okula gelip gelmediğini bir türlü hatırlayamayan Yusuf, kıyamet kopsa da suskunluğunu koruyan Baran (Tosun), yıl boyunca yaptığı ödevleri evde unutan Bulut, hamur işlerinde profesyonellere fark atan Esmanur, bir dilim böreğini paylaşan Rümeysa, sınıfta kendine oturmayı yasaklayan Abdülsamet, konforundan ödün vermeyen Efe, çalışkanlığı ve efendiliğiyle dikkat çeken Taha Kadir, ağrı eşiği yüksek Can, ‘çocukluk arkadaşım’ Hamza, İstanbul beyefendisi Ömer, ilgi çekici sorularıyla öğretmenini terleten Yaman…
Bugün son ders.
Tahtanın sol üst köşesine mavi kalemle yazıyorum tarihi:
14 Haziran 2019/Son Günümüz!
Karne için sabırsızlanıyorlar, onları daha fazla bekletmek istemiyorum. Karnelerle yüzleri gülüyor. Sınıfın çıplak duvarları yeniden şenleniyor. Bir sevinç dalgası yayılıyor yurda… Sarılıyoruz birbirimize… Çıkarsız, hilesiz-hurdasız bir sevgiyi son bir kez tadıyoruz. Cepteki leblebiler bitmesin diye ağır ağır yiyen çocuklar gibiyiz.
Çalan zil, ayrılığı haber veriyor.
Artık ayrılık zamanı…
12 Aralık 1988’de başladığım mesleğe veda ederken, sınıfça, aydınlık Türkiye için açılıyor kollarımız.
Türkiye’yi kucaklıyoruz…
Göz göze geliyorum son bir kez onlarla. Onların sıcak, çıkarsız, sevgi dolu bakışlarını yüreğime işliyorum. Dersliğe ağır adımlarla gelmiştim bugün, ağır ağır iniyorum merdiveni… Durağa yol alırken dönüp okula bakıyorum. Bahçede kalan son birkaç öğrenciye el sallıyorum.
Dilovası’na buğulu gözlerle veda ediyorum.
(Dilovası, 14 Haziran 2019)