9 Ağustos 2019… Günlerden cuma. Sıcak bir gün. Güneşe direnmek çok zor. Bir süredir gitmeyi planladığımız Beyce (Pıriye) köyüne doğru nihayet yola çıkıyoruz. Kırmızıköprü’den Alikuli/Areyekuli/Areyetikmi’ye kadar araçla gidiyoruz. Alikuli, Pülümür-Tunceli kara yolunun üzerinde. Alikuli’den saat 16.30’da Beyce’ye doğru yola koyuluyoruz. Gökçekonak-Beyce yolu daha kısa, ancak yol hakkında bir fikrimiz olmadığı için Alikuli’yi tercih ediyoruz.
Alikuli’nin yakınından Munzur’a doğru akan Pülümür Çayı’nı geçmek için köprüyü kullanıyoruz. Köprüyü geçtikten sonra köy yolu başlıyor. Köy yolu, kısa bir süre önce temizlenmiş. Köprü, birkaç metrelik bölümü yan yatan korkuluk dışında sağlam. Köprüden, Pülümür Çayı’nı seyrediyoruz. Yan yatan balıklar, kirlenmeye karşın, suda yaşamın devam ettiğini gösteriyor. Köy yolunun neredeyse tamamı yokuş. Köyün batısı, günbatımına kadar güneş alıyor. Kavurucu güneşle birlikte ağır ağır ilerliyoruz.
Köy, Alikuli yol ayrımından itibaren yaklaşık dört km. Yol, meşe ve kavak ağaçlarının arasından kıvrılarak geçiyor. Meşe ve kavağın yanı sıra tek tük çam ağaçları, ayı elması, alıç, ahlat (yaban armudu) vb. ağaçlara da rastlanıyor. 90’lı yıllarda ateşe verilen orman, yangının izlerini silmiş görünüyor. Orman kendini yenilemiş, ancak meşe ağaçları henüz beklenen boya ve kalınlığa erişememiş.
Gelişigüzel bazı balta darbeleri, ormanın, acemi oduncuların ‘staj’ merkezi olduğunu gözler önüne seriyor. Özellikle ince ağaçların niçin kesildiğini anlamak mümkün olmuyor. Attığımız her adımla birkaç metre daha yükseliyoruz. Biraz yürüdükten sonra dönüp Pülümür Vadisi’ne bakıyoruz. Vadi gözlerimizde küçülmeye başlıyor. Pülümür Çayı’nın, mavi gök ve yeşil ormanlarla kurduğu güzel dostluğu alkışlıyoruz. Sağlamtaş (Çirig), Murdafan, Löriz ve Avurtojige köyleri tam karşımızda. Yürüdükçe yükseliyoruz. Pülümür’ün denizden yüksekliği bin elli m. Beyce, tahminen bin beş yüz metre yükseklikte. Köyün batısından geçen yüksek gerilim hatlarının kopan telleri yerden kaldırılmamış.
CEVİZ DİYARINDA HÜZÜN
Yol açık. 90’lı yıllarda yaşanan orman yangınlarının izleri silinmiş. Meşe, kavak, arada bir ayı elması… Kuşburnu, alıç, yaban armudu, çam, elma, dere kıyısında fındık… Geçen yıl toplanmayan kuşburnu dallarda duruyor. Kurumuş kuşburnu, yenileriyle yan yana… Bu yıl kuşburnu marmelatçılarını sevindirecek kadar fazla. Köy yakınlarında yola paralel uzayan gevenler dikkat çekiyor.
Pıriye ceviz diyarı olarak bilinir. Köy, yüzyıllık ceviz ağaçlarıyla özdeşleşmiştir. Gözümüz, o heybetli ceviz ağaçlarını arıyor, yok! Köyden kente göç sürecinde birer birer yok edilmişler. Pülümür Orman İşletme Şefliğinin düzenlediği ‘çürük’ raporlarıyla kereste atölyelerine gönderilmişler! Pülümür Orman İşletme Şefi Ahmet Yüksel Aldemirİn kulakları çınlasın! Pülümür köylülerini göçe özendirmek için Akdeniz ve Ege’de ev ve arsa ikramını duyuran resmî yazının altında imzası olan şef yani… Raporlarda imzası olanlardan hiçbiri gidip o ceviz ağaçlarına bakmamıştır oysa… Masa başında hazırlanan raporlarla, geriye dönüşü olmayan bir yıkımın önü açılmış. Duyarsızlığın, kayıtsızlığın, sorumsuzluğun, görevi kötüye kullanmanın hesabı sorulmamış. Şimdi yeni ceviz ağaçları boy veriyor. Köydeki en yaşlı ceviz ağacı yirmi-otuz yaşında. Dalları meyve yüklü genç ceviz ağaçlarının dallarında sincaplar oynuyor. Sincaplar tıpkı kuşlar gibi öter. Onların ötüşü, yavrularına yem veren tavuğun sesine benzetilebilir. Horozun, tavuklara yem ikramındaki alicenaplığına işaret eden ses de denebilir.
DERTLERLE, SEVİNÇLERLE, SEVDALARLA YOL ALAN DERE
Köye girişte bizi ilk karşılayan dere oluyor. Usul usul akan dereye koşuyor, kucaklaşıyoruz. Elimiz, yüzümüz, saçımız ve gözlerimiz ıslanıyor. Sırılsıklam oluyoruz yani. Hava serinmiş, hastalıkmış, yüksek ateşmiş hepsi vız gelir! Kim bilir kaçıncı yolcuyuz biz dereyi selamlayan. O yolculardan kaçı bugün hayatta? Dereyle konuşuyor, dertleşiyoruz… Derede çamaşır yıkayan kadınları, yıkanan çocukları, soluklanan köylüleri merak ediyoruz. Anlatıyor dere, dakikalarca konuşuyor. Bazen gülümsüyor, arada bir hüzünleniyor. Yükü sadece su değilmiş derenin nice dertler, sevdalar, acılar, sevinçlerle düşermiş yola. Yolu uzun mu uzun, yükü ağır mı ağır… Hangi birini anlatsın dere… Bir sonraki yolculuk için sözleşiyoruz dereyle. Dereden köye doğru adımlarımız hızlanıyor. Geride kalıyor dere… Fındık ocaklarının arasından akıp giden dereye kulak veriyoruz. Köydeki sessizliği bozan bir ninni gibi. Fındıklarla seviniyor, derenin o güzel sesiyle mutlu oluyoruz. Fındıklar derenin her iki yakasında sıralanmış. Acaba kaç ocak fındığa can veriyor dere? Bir, iki, üç? Daha fazla, uzayıp gidiyor fındık ocakları… Küme küme, boy boy…
BOZAYI EKŞİ ELMANIN TADINA HENÜZ BAKMAMIŞ
Yaz mevsimi, bozayı mevsimidir. Bozayılar için yaz şenlik zamanıdır. Köyün girişindeki ekşi yaban elmaları olduğu gibi duruyor. Bu köye ayı uğramadı mı yoksa? İri bir bilye büyüklüğündeki elmalar salkım salkım… Elma ağaçlarının dallarında ne bir pençe darbesi ne de başka bir hasar… Ayı yolu gözleyen elmalardan birer ikişer koparıyoruz. Bunları yemek kolay değilmiş meğer. Ekşi elmaları yerken yanınızda su bulundurmayı unutmayın!
SARI KIZIN TOKASIYLA SIKIŞAN YÜREK
Köye yaklaşırken nasıl bir tabloyla karşılaşabileceğinizi öngöremezsiniz. Ayakta kalan bina var mı, köy çeşmesi yerinde duruyor mu, gidenlerden geriye ne kalmış, otuz yıl önce dikilen fidan büyümüş mü vb. sorulara yanıt ararsınız. Gözleriniz geçmişin izlerini arar. Bir bebek ayakkabısı, boncuk işlemeli tülbent, roman okurken kullanılan gözlük çerçevesi, yıllara direnmiş deri kaplı kitabın en azından birkaç sayfası, minik bir bileğe takılmış oyuncak bilezik… İlkokul öğrencilerinin siyah önlüğünden bir parça ve annelerinin tığla ördüğü yakalık… Köyde insana ilişkin rastlayabileceğiniz hemen her şey yüreğinizin üzerine konulmuş ağır bir yük gibidir. Saçı örgülü kız çocuğunun giderken almaya fırsat bulamadığı saç tokalarına yıllar sonra rastlamak, yüreğinizin taşımayacağı çok ağır bir yüktür.
KÖY ÇEŞMESİNİN YİRMİ BEŞ YILLIK YALNIZLIĞI
Köy, 1993-1994’te tamamen boşalmış. Köyde 25 yıldır insan yaşamıyor! Köy çeşmesine 25 yıl boyunca bir maşrapa bile uzatılmamış. Çeşmesiyle, evleriyle, ceviz ağaçlarıyla 25 yıldır insan yolu gözleyen bir köy. Tam 25 yıl… Her kış mevsiminde kar yağmış, sonbahar rüzgârları kapı ve pencereleri dövmüş, yağmur damlamış toprak tavanlardan odalara… Evlerin üzerinden kar atılmamış, ilkbaharda eriyen kar suyuyla yıkanmış mertekler, çürümüş, taşıyamamış ağır yükü ve birer birer yıkılıvermiş. Evlerden alınamayan kap kacak, masa, sandalye ne varsa yıkıntıların altında kalmış.
Yıkıntıların altında koca bir insanlık kalmış.
YIKINTILARIN ALTINDA KALAN İNSANLIK
Yıkılmış binalar… Kaçı mı? O köyde kaç ev olduğunu bilen var mı, işte o kadar! Otuz, kırk, elli ya da… Ne fark eder, birle bin bazen aynı acıyı verir insana. Yıkıntıların arasında dolaşmak kolay mı sanırsınız… Şu ayak bastığımız yıkıntının olduğu, gömme dolaplı odada uzun kış gecelerinde torunlarına masal anlatan büyük anneyi görür gibiyim. İnce örgülü saçlarına kına yakılmış büyük anne hangi masalı anlatmış olabilir? Alık Gudık, Tilki, Beko Fızıl… Daha onlarcası… Birkaç dakika sürse de çocuklukta masal günlerinde zaman durur. O gün takvim yaprakları koparılmaz, saatin akrep ve yel kovanı yerinde durur.
Hâlâ yerinde duran telefon direklerindeki metal plakalardan, 1986 yılında köye telefon bağlandığını öğreniyoruz. 1986 yılına kadar telefonun olmadığı köy, telefonu ancak sekiz yıl kullanabilmiş. Benzer durum elektrik için de söylenebilir. 1984-1985’te köye elektrik bağlanmış. Köylüler 1985’e kadar elektrikle tanışmamış. Yüzlerce yıllık geçmişi olan köyde elektriğin ömrü kısa sürmüş.
BEBEK EMZİRİLEN ODADA CEVİZ AĞACI YETİŞMİŞ
Bir odada boy veren ceviz ağacına bakıyoruz, ne çabuk yetişmiş! Yirmili yaşlarda. Odada büyüyen ceviz ağacı meyve vermiş! Ceviz fidanları ilgi ister, bakım ister. Bu fidana çeyrek yüzyıldır bir kova su veren, yaprağına dokunan, güzel birkaç söz söyleyen olmamış, ama inatla büyümüş! Yıkıntıların arasında boy veren başka ağaçlar da var. Akasya, yaban armudu (ahlat) vb. Düşünün, 25 yıl önce, belki yorgun bir annenin bebeğini emzirdiği odada bugün yaban armudu yükseliyor, üstelik dalları meyve yüklü…
Yıkıntılarda kapı ve pencerelere nadiren rastlıyoruz. Bir buçuk metrelik bir duvar yıkıntısının yanında kim bilir kaç yıldır öylece kalan pencereyle heyecanlanıyoruz. Pencere, paslanmış korkuluklar ve solmuş ahşap bir çerçeveden ibaret. Yetişkin bir insanın tırnağı kadar yer kaplayan mavi renkten, pencerenin bir zamanlar maviye boyandığı anlaşılıyor. Soluk ve paslı pencereyi, mavinin zorbalığa direnemediği yılların tanığı olarak olduğu yerde bırakıyoruz.
11/A NUMARALI EV KİMİN?
Köylerde genelde kapı çalınmazdı. Komşu ziyaretlerinde kapı çalma alışkanlığı pek yoktu. Köyde en etkili iletişim yöntemi seslenmekti. 11/A numaralı kapının önünde duruyoruz. Acaba kimin evi? Ali Kul, Şükrü Kul, Güzel Kul, Süleyman Geyik’in evi olabilir mi, bilemiyoruz.
Yıkıntılara direnen kapıyı çalıyor, ardından sesleniyoruz:
-Kimse yok mu?
Yok, kimse yok! Kimsecikler yok! Anneler yok, babalar yok, çocuklar yok, bebekler yok, büyük anneler ve büyük babalar yok… Ne bir bebek ne de bir çocuk sesi… Bebek demek, oyuncak demek… Mertekte sallanan beşik, oyuncak, minik bir eldiven, rengârenk çorap, örülmüş patiktir bebek. Duvara çakılı çiviye asılı duran bebek çantası da yıkıntılara karışmıştır. İstanbul’daki teyzenin gönderdiği birkaç kalıp Gül sabunu, tulum, pişik merhemi, bebek diş kaşıyıcı ve çıngırağın içine konulduğu çanta yani. Ya şu koca çivi? Çantanın asılı olduğu çivi olmasın!
Ağır kalıntıların altında hâlâ direnen 11/A numaralı evin kapısına son bir kez dokunuyoruz. Onun zamana karşı koyma yeteneğiyle kendimize geliyoruz.
Evlerin önünde onlarca erik, elma ve ceviz ağacı yetişmiş. Yıkılan evlerin üzerinden yuvarlanan iki taş silindir (loğ) erik ağaçlarının arasında baş başa kalmış. O ağır taşlarda, evini yağmurdan koruyan köylülerin parmak izlerini ve çalışkanlığını yeniden keşfediyoruz.
BEYCE KÖYLÜSÜNE KAVUŞMAYI UMUT EDİYOR
Beyceliler, sorumlusu olmadıkları çalkantılı bir sürece köyünü kurban vermiştir. Köyün tarihinde, 30’lu yıllar dâhil, insansız bir döneme hiç rastlanmıyor. Sırtını meşe ormanıyla kaplı dağa yaslayan bu güzel köy özlediği insan sesine kavuşmak istiyor. Cevizler, erikler, yaban armutları, elmalar, kavaklar, fındıklar, dereler, çeşmeler, meşeler, çamlar, sincaplar, bozayılar, kertenkeleler, kelebekler, kartallar, güvercinler, keklikler, saksağanlar, serçeler, vaşaklar, dağ keçileri, balıklar ve kaplumbağalar özlem duydukları köylülerinin yolunu gözlüyor… Köy çeşmesi, 25 yıldır ara verilen dost sohbetleri için sabırsızlanıyor. Çeşme, köyün çocuklarını, genç kızlarını, delikanlılarını, annelerini, babalarını, büyük annelerini, büyük babalarını, özetle, bütün bir köyü başına bekliyor. Köylülerin çalışkanlık ve üretkenlik alanı olan harman yeri o görkemli eski günlerine kavuşmayı diliyor.
Beyce, köylüsüne kavuşmayı umut ediyor.
YÜREĞİMİZ BEYCE’DE KALIYOR
Akşamüzeri ağır adımlarla ayrılıyoruz köyden. Alikuli’ye vardığımızda hava tamamen kararıyor. Dikmelerin değirmenine göz atıyoruz. Çevre köylerin buğday öğüttüğü su değirmenini yarasalar kuşatmış. Kapısını ve pencerelerini yitirmiş değirmen. Sadece kapı ve pencerelerini değil ağır taşına omuz veren suyunu, üstü başı un kokan değirmencisini, teknede buğday yıkayan kadınlarını da yitirmiş. Zifirî karanlığa gömülmüş değirmen, kör olmuş. Bir zamanlar kandillerle aydınlanan değirmen, terk edilmiş köylerin kaderini paylaşmış. Değirmenden çıkarken son bir kez Beyce yolunu gözlüyoruz.
Gökyüzünde ışıldayan yıldızlarda, Pülümür Çayı’nda, Beyce’de kalıyor yüreğimiz…
(Pülümür/Kırmızıköprü, 20 Ağustos 2019)