İlkokulda öğretmenlerimiz vardı. Hepsi sınıfa girerdi. Ellerinde tespih koridorda dolaşan, öğrenci ya da öğretmenlere fırça atan müdürümüz yoktu. Mezra Köyü İlkokulunun girişinde, solda yer alan müdür odasında makam koltuğu yoktu. Müdür odası olarak ayrılan odada okulun araç gereçleri olurdu.
Müdür odası aynı zamanda okul kütüphanesiydi. Sevgili öğretmenimiz Kemal Cahit Akçiçek, müdür odasında özenle korunan kitapları bize ödünç verirdi. Öğretmenimin bana verdiği kitaplardan aklımda sadece biri kalmış:
Uçak
Yıl, 1975 olmalı.
Henüz 3. sınıftaydım.
Kitap, aklımda kaldığı kadarıyla, mavi kapaklıydı. Çok emin olmamakla birlikte TÜBİTAK vb. kurumlardan biri tarafından yayımlanmıştı. Sayfa sayısı, 50’yi geçmiyordu. Kitapta, uçakla ilgili bilgiler görsellerle destekleniyordu.
Kitabı alır almaz eve uçtum! İki katlı toprak evimizin penceresine oturdum ve sayfaları çevirmeye başladım. Paşa dedemin 1950’lerde yaptırdığı evin duvarı taştan örülmüştü. Duvarlar çok kalın olduğu için, pencere bir tür dolap işlevi görürdü.
Kitabı okuduktan sonra öğretmenime teslim ettim.
Öğretmenimizin izinli olduğu günlerde Hasan Hüseyin Renkal bizi okuturdu. Renkal öğretmenimiz, o tarihlerde 4. ve 5. sınıfların öğretmeniydi. Okulda tek öğretmen kalınca bütün sınıflar bir arada eğitim görürdü. Renkal öğretmenimiz Matematik derslerinde bize Paşa Oyunu oynatırdı. Bu oyunla, öğrencilere çarpım tablosunun kavratılması amaçlanırdı. Tahtaya kaldırılan birkaç öğrenciye sınıftaki diğer öğrenciler çarpım tablosunu sorardı. Oyunda başarılı olanlar “Paşa” olurdu.
Paşa olma çabası, çarpma işleminin kavranmasında oldukça etkili olurdu.
Paşa Oyunu’nu genelde üst sınıflardan bir arkadaşımız yönetirdi. O öğrenci de genelde Hayri Yaman olurdu.
O yıllarda okulumuzun müdürü kimdi? Kemal Cahit Akçiçek miydi, yoksa Hasan Hüseyin Renkal mıydı? Bu konuda hiçbir fikrim yok. Bunun nedeni, okulda müdürlükle ilgili herhangi bir uygulamaya tanık olmamamızdı.
Okul müdürleri derslere girer, okuldaki bütün faaliyetlerde rol alırdı.
Bu uygulama 12 Eylül 1980’e kadar devam etti.
Pülümür Lisesi Müdürü Haydar Şengül, Fizik öğretmeniydi ve derslerimize girerdi.
Haydar Şengül’den sonra Mustafa Budanur müdür oldu. O da derse giriyordu.
Sanırım Eyyüp Acar ile Vedat Erdoğan Nalbantçı’nın müdürlüklerinde müdürlerin okutmaları gereken ders saati sayısı, 6’ya indirilmişti.
Darbeden birkaç yıl sonra okul müdürlerinin okuttukları ders saatlerine sınırlama getirildi.
Müdürler artık haftada 6 saat derse giriyordu.
Öğretmenler, müdür ya da müdür yardımcısı olma konusunda isteksizdi. Okullarda yönetici ihtiyacı doğduğunda, görevi ricayla kabul edenlerin sayısı oldukça yüksekti. O göreve atananlar, bugünkü yöneticilerle kıyaslandığında, daha nitelikliydi.
Siyasi müdahaleler, eğitim sisteminin insan kaynaklarını da olumsuz yönde etkiledi. Mülakata dayalı yönetici atamaları, eski yöneticileri mumla aratmaktadır. En yeteneksiz ve birikimsiz kişilerin, sonucu önceden belli bir mülakatla okul yöneticisi olarak görevlendirilmeleri Türk eğitim sistemini tahrip etmektedir.
2014 yılında mülakatla yapılan ve bugün de aynı yöntemle devam eden müdür atamaları, sistemin nitelikli yönetici arayışından kesin olarak vazgeçtiğini göstermektedir.
Parmakta taşınan yüzüğün hammaddesine bakarak yönetici atamak, Türkiye için bir felakettir.
Murtaza Faik Karabaş da o müdürlerden biri… Adam cemaatin dizi dibinde büyümüş. Görevde yükselmesini cemaate borçlu. Cemaatin henüz terör örgütü olarak görülmediği süreçte, örgütün etinden ve sütünden yararlanmış.
Yöneticilik sınavlarında herhangi bir başarı gösterememiş.
‘Abi’lerinin inisiyatifiyle sınavsız yöneticilik görevlerine getirilmiş.
Sistem onun imdadına yetişmiş ve sınavı kaldırmış.
Ancak o zaman müdür olabilmiş.
Kişisel çıkarları için her renge bürünür.
Bir öğretmene yakışmayan tutum ve davranışların ne olduğunu merak edenler, Murtaza’ya büyüteç tutabilir. Onun yaşamı ve yaşantısı, Türk öğretmenini çürütme sürecinin kavranması bakımından ibretlik derslerle doludur.
Onun için kurumun çıkarları değil, kendi çıkarları birinci derecede önemlidir.
Tam bir sınav avcısı!
Bütün ömrü sınav görevi kovalamakla geçer.
Hangi sınavdan kaç TL alınacağı, hangisinin daha kârlı olduğu ondan öğrenilebilir.
Daha kârlı bir sınav görevi için, okulunda hafta sonu verilen ücretsiz kursları iptal edecek kadar gözü kara!
Turgut Özal’ın ‘işini bilen memur’u…
Kamuoyu, atandığı okulu batırmak için yoğun çaba harcadığı konusunda hemfikir.
Edep, erkân bilmez.
Kirli düşüncelerini, yanına aldığı Seyfullah Batakoğlu adlı bir maganda aracılığı ile uygular. Bütün pis işlerini ona gördürür. Magandanın rahatsız edici davranışları, aslında onun pratiğidir. Doğrusu, maganda ondan daha dürüsttür. Ne yazık ki, maganda, Murtaza’nın çürük kişiliğini hiçbir zaman öğrenemeyecek ve onun art niyetle kullandığı bir alet olmaktan kurtulamayacaktır.
Velilere, öğretmenlere ve yardımcı hizmetler personeline karşı saygısız.
Öğrencilere karşı acımasız.
Tam bir terbiye yoksulu!
Gücünü, yetenek ve birikimlerinden değil ‘abi’lerinden alır.
Görevi devraldığı çalışma arkadaşını, tam bir yıl sonra, kendisine evrak vermedi diye ihbar eden biri. O belgeler makam odasındaki dosyadan çıktığında özür dilemeyi aklından bile geçirmeyen bir düşkün.
Okulun yüzyıllık belgelerini üç kuruşa pazarlayan bir yeni dünya tüccarı! Başı sıkıştığında, olayı arkadaşının üzerine yıkarak kurtulan bir küçük adam…
Daha doğrusu küçülen bir adam.
Okulunun akademik ve sosyal başarısı için telefonun tuşlarına dokunmaktan bile aciz. ‘Abi’lerini görkemli bir müdür odası için sık sık rahatsız eder.
Alo, abi, bana görkemli bir makam koltuğu ayarla…
Bir de masa… Dikkat çekici olsun…
Koltuk takımını unutma sakın…
Koltukçu müdür!
Okullara koltuklarıyla, masalarıyla, pahalı bilgisayarlarıyla gelirler.
Bazı zavallıların bunu ‘hizmet’olarak gördüğü de olur.
Evet, bunlar hizmet adamları, ‘abi’lerine hizmette kusur etmezler.
O ve onun gibiler, pahalı ve lüks koltuk takımı olmadan görev yapamazlar. Müdürlüğü görkemli bir makamdan ibaret sanırlar. Kamu görev bilincinden, millete hizmet ve fedakârlık duygusundan yoksunlar.
Yaşamını Türk millî eğitimine adayan ve 85 yaşındayken 85. kitabı yayımlanan emekli öğretmen ve ilköğretim müfettişi Hüseyin Hüsnü Tekışık’ın, sandık tahtalarından yaptığı çalışma masası, onlar için hiçbir şey ifade etmez.
Vatana ve millete bağlılık, millete adanmışlık, bağımsız ve egemen bir Türkiye gibi değerlerin kıyısına bile yaklaşmazlar.
ABD’nin hedef aldığı kişi ve kurumlara düşmanlık beslerler.
Murtaza’nın millî bilinci,‘abi’leri gibi, parmağına geçirdiği koca gümüş yüzükten ibarettir.
Murtazalar göreve başladığında rozetçilerin nasıl tavır aldığını merak eden var mı?
Göreve başladıklarında bazı rozet Atatürkçülerinin övgülerine mazhar olurlar.
Rozet Atatürkçüleri!
Yakalarında Atatürk rozeti taşıyıp Amerikancı bir sendikaya üye olanlar.
Dersine girdiği öğrencilere özel ders verenler…
Türkiye’yi hedef alan eylemlere karşı en küçük bir duyarlığa sahip olmayanlar.
Buyrun müdürüm, emriniz olur.
Gerici otoriteye kayıtsız koşulsuz boyun eğen, sapı silik insanlar…. (Bu deyim, rahmetli Hasan Yalçın’a aittir).
Okulun zaman çizelgesini, okuldan bir an önce kaçmak için değiştiren rozetçiler.
Okulu sevmezler.
Okul onlar için sadece bir kartvizittir.
Bunlara para lazım, ev lazım, araba lazım. Birinci evden sonra ikinci ev, birinci arabadan sonra ikinci araba lazım. Arabanın modelinin değiştirilmesi lazım.
Kısacası, para lazım!
Bunlar, gariban bir aşçının yaptığı üç çeşit ev yemeğine sekiz TL’yi fazla gören insanlardır.
Bir liralık çay için çaycıyla münakaşa ettikleri de olur.
Para eve, arabaya, arsaya lazım.
Yemeğe, içmeye, gazete ve kitaba değil!
İçlerinde yaşamı boyunca bir meslek dergisine abone olana ya da okuyana rastlayamazsınız.
Murtaza, aynı zamanda rozetçilerin para kaynağı. Nasıl mı? Okuldan çalınan zamanı onların hizmetine sunarak dünya nimetlerinden sebeplenmelerine yardımcı oluyor. Öğrencilerin yemek ve dinlenme sürelerinden çalınan zamanı piyasaya sunma becerisi de diyebiliriz buna. Lokmalar öğrenci ve öğretmenlerin boğazına mı dizilmiş, bazı öğrenciler yemek kuyruğundan eli boş mu dönmüş, onların umurunda bile değil.
‘Abi’leri ona manevi değeri büyük bir okulu yıkıma uğratma görevi vermişlerdi. Bu amaca hizmette kusur etmedi. Okulun birlik, kardeşlik ve dayanışma iklimini zehirledi. Okul, deneyimli öğretmenlerini kaybetti. Akademik başarısı sıfırlandı. Yılda onlarca sosyal faaliyet gerçekleştirilen okulda, Murtaza’nın döneminde yaprak bile kımıldamadı.
Kirli eylemlerine engel olduğunu düşündüğü çalışma arkadaşlarını ‘abi’lerine ihbar etti.
Eylemlerini, çevresindeki namuslu insanları hedef alarak artırmaya çalışırken 15 Temmuz patladı!
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türk Milletiyle el ele vererek. 15 Temmuz Amerikancı FETÖ kalkışmasını ezdi. Terör estiren, ‘abi’ler ve ‘abla’lar, Türk yargısının eline düşmüşlerdi.
Türkiye, ölü toprağını üzerinden atıyordu.
NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye’nin başına bela olan Gladyo temizleniyordu.
Murtaza’nın ‘abi’ ve ‘abla’larına kelepçe takılıyordu.
Sıra eğitimdeki FETÖ elemanlarına gelmişti.
Murtaza, bir gün Millî Eğitim Müdürlüğünden bir telefon aldı. Kuruma gelmesi talimatı veriliyordu.
Demek sıra ona gelmişti.
Dizlerinin bağı çözüldü.
Tansiyonu fırladı.
Başı döndü.
Elleri titredi.
Dakikalarca gözlüğünü aradı, bulamadı.
Oysa gözlüğünü çıkarmamıştı.
Kalp atışlarını duymayan kalmadı.
Arabasını kullanacak mecali kalmamıştı.
Yanındaki magandaya güçlükle şunları söyleyebildi:
Beni Millî Eğitime bırak, yandım!
O daha kuruma gitmeden iki sivil polis odasına girdi.
Odanın kapısını bile çalmadılar.
Cumhuriyet Savcılığının gözaltı kararı yüzüne okunduğunda âdeta bir kar gibi eridi ve yere yığıldı.
İki polis, Murtaza’nın koluna girdi.
Murtaza bitmiş, Murtazalık dönemi artık geride kalmıştı.
Türkiye, tıpkı Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi, düşmanın, bileğine geçirdiği kelepçeleri kırıyor ve düşmana takıyordu.
Murtaza’nın bileklerine takılan kelepçe Türk malıydı!
11.08.2017/ Kırmızıköprü-Pülümür