Yanmış yıkılmış, tersanelerine girilmiş, orduları dağıtılmış, her köşesi işgal edilmiş bir ülkeyi ayağa kaldırmıştı. En karanlık günlerde milletine güvenmiş, ondan umudunu kesmemişti. Milletinin esareti kabul etmeyeceğini, düşman çizmeleri altında yaşamayı reddedeceğini, emperyalizme karşı canını feda edeceğini biliyordu.
Vatanı ve milleti için canını feda eden gelenekten geliyordu. Gözünü budaktan sakınmayan fedailer geleneği… Dünya, onları ‘Jön Türk’ olarak tanıyordu. Bir başka ifadeyle Genç Türk. Paraya pula önem vermeyen, vatan için rütbelerini söküp atan, ölümün üzerine yürüyenler yani. Resneli Niyazilerin, Enver Beylerin, Bahattin Şakirlerin, Namık Kemallerin, Mithat Paşaların geleneği…
Mustafa’yı ‘Kemal’e erdiren, Atatürk yapan işte bu gelenekti. Vatana ve millete adanmışlığı en büyük mutluluk olarak gören bir kültürel ikilimde yetişmişti. Onun için vatanı ve milletinden daha değerli bir varlık yoktu. Sadece Millî Mücadele yılları değil, son nefesini verdiği 1938’e kadar nabzı Türk Milleti için attı. Kalbi Türk Milleti için çarptı. ‘Dünyalık’ hiçbir şeyi yoktu. Son nefesini milleti için verdi. Sonsuzluğa uğurlandığında, geride bağımsız, başı dik, ele güne muhtaç olmayan, aydınlanmış bir Türkiye bıraktı. Kısacık ömrüne demiryolları, fabrikalar, okullar, kültür ve sanat kurumlarını sığdırmıştı.
Bazı işleri tamamlamaya ömrü yetmemişti.
O, gözlerini hayata kapadığında mirasçılarını bir birine düşürecek hanlar, hamamlar, kilo kilo altınlar, şahsi hesabında milyon dolarları yoktu. Milletine Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu; Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi, SEKA, Demir Çelik, Şeker Fabrikalarını miras olarak bırakmıştı. Kitaplarını, not defterlerini, savaşta kullandığı silahlarını eşine dostuna değil milletine bağışlamıştı. Atatürk Orman Çiftliğini, Musiki Muallim Mektebini armağan etmişti milletine.
10 Kasım 1938, erken bir ölümdü. Onun ölümüyle Türkiye öksüz kalmıştı. Vakitsiz ölüm, devrimleri kesintiye uğrattı. Cumhuriyet Devrimi yarım kalmıştı. Geride bıraktığı parti ve kurumlar, zamanla tutuculaştı. Onun emperyalizmle savaşarak kurduğu bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin başına, evlatlarını, emperyalizmin çıkarları için Kore’de ölüme gönderenler geçmişti. Mehmetçik, vatanı için değil, Amerika için can veriyordu.
Mehmetçiğin kanının pazarlandığı yeni bir dönem başlıyordu.
Onun koltuğuna oturanlardan biri, övünerek, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la, Türkiye aleyhine, ‘iki sayfa, dokuz maddelik’ gizli bir anlaşma yaptığını itiraf ediyor, koltuğunda oturan bir diğeri ise otel odalarında Amerikan büyükelçisiyle gizli görüşme yapıyordu.
Onun ölümüyle, Türkiye öksüz kalmıştı.
24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu, 17 Şubat 1993’te Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, suikast/sabotajla katledildi. Türkiye’nin bağımsızlık ve egemenliği için mücadele eden iki vatansever katledilirken, ceket yakalarında rozetle dolaşanlar sustu.
Bismil Arslanoğlu (Cumhuriyet) köylüleri, ağanın işgalindeki toprakları kurtarmak için satırla insan doğranan Diyarbakır’da, onun posterleriyle sokağa akıyordu. Toprak mücadelesinin öncüleri, kendilerine ‘efendi’ unvanı veren büyük devlet adamına sesini duyurmak istiyordu. Cumhuriyet köylüsü, kendisini cumhuriyetsiz bırakan sisteme isyan ediyordu. Diyarbakır sağır, kör ve dilsizdi. Sadece Diyarbakır mı, Türkiye susmuştu. Yetkililer, bu büyük köylü hareketini görmemek için kör olmuştu. Ne gazeteler onlardan söz edebildi ne de televizyonlarda yer alabildiler. Onları duyan, gören ve konuşan yoktu. Toprak mücadelesinin korkusuz öncüsü Muhyittin Öksün ve yeğeni Ömer Öksün, 17 Temmuz 2008’de, Diyarbakır’da, göz göre göre katledilirken de sustular. Halkın can ve mal güvenliğini korumakla yükümlü olan kamu görevlileri, Muhyittin’in ve Ömer’in çığlığını duymamak için ses geçirmez pencerelerin ardına çekildiler. Powell’a gizli iş çevirenler, Diyarbakır köylüsünün, köylü önderi Muhyittin’in değil, toprak ağalarının yanındaydı.
Onun ölümüyle Diyarbakır köylüsü öksüz kalmıştı.
Sadece Diyarbakır köylüsü değildi öksüz kalan. Bir gece vakti, minik çocuklarının korku dolu bakışları arasında evinden alınıp acımasızca katledilen Tunceli köylüsü ile ateşe verilen Başbağlar köylüsü de öksüz kalmıştı. Evleri ve okulları yakılan, çocukları karanlığa mahkûm edilen köylüler… Onun ölümüyle kadınlar, çocuklar, işçiler, köylüler, doktorlar,ebeler, hemşireler, mühendisler, aydınlar, öğretmenler, zanaatkârlar, öğrenciler, gazeteciler öksüz kalmıştı. KİT’ler, PTT’ler, madenler, maden ocakları, ormanlar, akarsular, denizler, kırmızı benekli alabalıklar, Uzungöl, İkizdere Yaylası, Pülümür Vadisi öksüz kalmıştı.
Menemen’de Kubilay’ın kafasını kesenler elde benzinle ortaya çıktılar bu kez. Kentleri ateşe verdiler. Ozanları, yazarları, sanatçıları yakmak için sahnedeydiler. Powell’a iş tutanlar, alevlerle göğe yükselen çığlıkları da duymadılar. Ankara, sağırlaşmış, gözlerini kapamış, dumanla göğe yükselen yanık insan kokusundan rahatsız olmamak için burnunu tıkamıştı.
Onun ölümüyle Türkiye’nin üreten elleri ve beyinleri öksüz kalmıştı.
1930’larda seçme ve seçilme hakkına kavuşan Türk kadını, onun ölümünden sonra tekmelenmiş, saçlarından sürüklenmiş ve sokakta kurşuna dizilmeye başlanmıştı.
Onun ölümüyle Türk kadını öksüz kalmıştı.
Kız çocuklarını cemaat yurdunda yangına kurban veren Aladağ köylülerinin yürek paralayan çığlıklarını duyan olmadı. O çocukları cemaat yurduna yerleştiren millî eğitim müdürünün hiçbir şey olmamış gibi koltuğunda oturmasından da rahatsızlık duyulmadı.
Onun ölümüyle çocuklar öksüz kalmıştı.
Onun zamansız kaybı tarifsiz bir acıya yol açmıştı. Türkiye, onun kaybıyla yarım adam olmuştu. Emperyalizmin önünde eğilip bükülen yöneticileri, tanımlanması güç bir utanç vesikasıydı. Eğilen, Türk Milleti değil, emperyalizme bağlılık yemini eden yöneticileriydi. En değerli evlatlarını NATO denen Millî Devlet düşmanı örgütün tertiplerinde kurban veren Türk Milleti, kurtuluş için bugün onu yeniden keşfediyor.
Maden işçileri, onun feneriyle ocağın derinliklerinden aydınlığa çıkıyor. Zonguldak maden işçisi, göçükten sağ kurtulmak için onu yeniden keşfediyor.
Elindeki son ortaokulu ranta kurban edilen Pülümür’ün Kırmızıköprü köylüsü, onun sandıktaki tozlu fotoğraflarını silerek yeniden duvara asıyor.
İkizdereli yaşlı kadın, bebeğini emziren anne, ineğini sağan genç kız, kemençe tutkunu delikanlı ve bal üreticisi, onu keşfetmenin mutluluğunu yaşıyor. İkizdereliler, onu yeniden keşfetmenin onuruna horon tepiyor.
Karadeniz’deki hamsi, Munzur’daki kırmızı benekli alabalık, Pülümür Vadisi’ndeki dağ keçisi, bozayı, sincap, milletinin onu yeniden keşfetmesinden duyduğu mutluluğun tadını çıkarıyor.
Ormanlar da güvende artık. Çam, ardıç, köknar, ladin, akasya, kayın, ıhlamur, kestane, kavak, meşe, ceviz, çınar ağaçları özgürce boy verecekleri günlere bir adım daha yaklaşıyor.
Siirt’in, Hakkâri’nin, Diyarbakır’ın, Şanlıurfa’nın, Muş’un, Bingöl’ün, Ağrı’nın, Van’ın cefakâr insanı, birlik içinde kardeşçe yaşayacağı bir Türkiye için halay çekiyor.
Konya köylüsü, traktörün başına geçmek için onu keşfediyor. Bitlisli tütün üreticisi, Karadenizli çay ve fındık üreticisi, onu keşfederek bileklerindeki prangayı kırıyor.
Trakya’nın uçsuz bucaksız tarlalarındaki köylüler, onu keşfediyor ve karıncalar gibi işe koyuluyor. Ege ve Akdeniz’in üretici durur mu, onlar da harekete geçiyor.
Türkiye, işçisi ve köylüsüyle, esnafı ve zanaatkârıyla, kafa ve kol emekçisiyle onu yeniden keşfediyor ve ölü toprağını üzerinden atıyor.
Bir millet, yarım yüzyıllık durgunluktan sonra, aydınlığa çıkmak için onu keşfediyor.
Türkiye, onu yeniden keşfederek ayağa kalkıyor ve zincirlerini kırıyor.
Saçından sürüklenen kadın, görev başında yumruklanan doktor, çocuğu eroin bağımlısı olan anne ve baba, elinden tarlası alınan köylü, evsiz bırakılan yoksul, kapsına kilit vurulan bakkal onu yeniden keşfediyor.
O, duvardaki tozlu bir fotoğraf, ceket yakalarındaki işlevsiz bir rozet olmaktan çıkıyor. Bağımsız, egemen, aydınlık, bütünlüğünü koruyan, üreten ve başı dik bir Türkiye mücadelesinin başına geçiyor. Çizmelerini ve kalpağını yeniden giyiyor. Yüzyılın başında emperyalist işgale meydan okuyan bir millete önderlik eden büyük insan, ayaklar altına alınmak istenen milletinin yine en önünde saf tutuyor.
Öğrenciler, onun adını haykırıyor. Kadınlar köle olmamak, anne ve babalar çocuklarını eroinden kurtarmak, köylü üretmek, ordu vatanı savunmak, meslek erbabı halka hizmet için onu yeniden keşfediyor.
Türkiye onu yeniden keşfediyor…
Türk Milleti, Atatürk’ü yeniden keşfediyor.
Anıtlarına çelenk koymayı yasaklayanların bugün Anıtkabir’e araç kaldırmaları, ancak onun gücü ve yenilmezliğiyle açıklanabilir. O, yüzyılın başında olduğu gibi, bugün de milleti birleştiren en büyük dayanak olmaya devam ediyor.
Atatürk, yakalarda taşınan rozet, makam odalarını süsleyen aksesuar, NATO’ya bağlılığı gizleyen simge, dernek ve sendikalarda yönetime gelmek için kullanılan maske olmaktan çıkıyor ve Türk Milletinin emperyalizme karşı yürüttüğü vatan savaşının Ebedi Başkomutanı oluyor. Onun adını kullanarak parti koltuğuna oturanlar, dernek ya da sendika başkanı olanlar, bol kazançlı yönetim görevlerine atananların, Türk Milletinin Atatürk sevgisini ‘test’ etme girişimleri birer utanç vesikası olarak tarihe geçiyor.
Türkiye, emperyalizme hizmeti, Atatürkçülük adına pazarlayan Atatürk tacirlerinden kurtuluyor.
Emperyalizmin kıskacında boğulmak istenen bir millet, kurtulmak için yeniden Atatürk’ü keşfediyor…
Atatürk, Anıtkabir’de yokluğuna gözyaşı dökülen değerli bir varlık olmanın yanı sıra, karanlıktan aydınlığa yürüyen milletin eylem kılavuzu oluyor…
Türkiye, Atatürk’le karanlıktan aydınlığa çıkıyor.
(Körfez, 10 Kasım 2017)