Bir insanı doğup büyüdüğü yerlerden soyutlayarak değerlendirebilir miyiz? Rıfat Ilgaz, çocukluğunun ilk 13-14 yılının geçtiği Cide (Kastamonu)’yi ömür boyu unutamamıştır. Cide, bu büyük yazar ve şairimizin eserlerinde de (Sarı Yazma vb.) önemli yer tutar. Kişiliğimizin oluşmasında doğup büyüdüğümüz köyün, kasabanın ya da kentin etkisi yadsınamaz. İlk 6 yaş kişilikte nasıl etkiliyse çocukluğun geçtiği bölge de o kadar etkilidir.
Doğup büyüdüğümüz köye, kasabaya ya da kente benzeriz.
İtiraf etmeliyim ki kişiliğimi doğup büyüdüğüm köyüme borçluyum. Gülmeyi, eğlenmeyi, çalışmayı, sevmeyi, üzülmeyi, öfkelenmeyi bu küçük köyde öğrendim. Çocukluğumun ilk on yılı Mezra’da, kalan kısmı ise Kırmızıköprü’de geçti. Kırmızıköprü’ye yerleştikten sonra da Mezra’yla ilişkilerimiz kesilmedi. Dedemlerden kalma tarlaları biçmek için hemen her yaz Mezra’ya giderdik. Fiğ ve arpayı, ziyan olmasın diye, elle biçerdik. Çalışırken eldiven kullanmazdık! Az sayıdaki çayırı (pul) ise orakla biçerdik. Otlarımızı demetler, bağları ise Pülümür Çayı’nın kıyısında yetişen ince söğüt dallarıyla (cim) bağlardık. Tarladaki yükü katırla taşırdık. Katırın her iki yanına üç ya da dört bağ ot yüklenebilirdi. Sıcak yaz günlerinde yaban armutları (ahlat), ceviz, alıç, meşe ve kuşburnu gölgesinde ferahlardık.
Karasal iklimin etkisi altındaki bölgemizde sıcak yaz günlerinde nefes alınan en güzel yerler, kuşkusuz yaylalardır. Uzun, soğuk ve karlı kış mevsiminin ardından yayla zamanı gelirdi. Bitmek bilmeyen kış insanı bazen yorar. Köylülerimizle ilk olarak Han Yaylası’na, daha sonra ise Keşiş’e çıkardık. Pülümür Vadisi’nin bir yakasındaki Han Yaylası’na bahar erken gelirdi. İlkbahar sona erince bu kez Keşiş’e çıkardık. Keşiş Yaylası, Mezra köyüne yaklaşık üç buçuk saat uzaklıkta. Keçiyolundan başka yol yoktu. Daracık keçiyolunda hayvanlarımızı önümüze katar saatlerce yürürdük. 80’li yıllardan sonra yaylaya çıkanların sayısı giderek düştü. Köyden kente göç, tarım ve hayvancılığa indirilen darbe vb. nedenlerden dolayı, yayla yollarına yabancılaşmaya başladık. Bilebildiğim kadarıyla, 90’lı yıllar, bizim için yaylacılığın da sonu olmuştu. Hakkı Canpolat’a göre, Mezra köylüleri, en son 1992 yılında Keşiş’e gitmiş.
Keşiş yolu, çocukluğumuzun geçtiği taş yayla evleri ve Meryem Tepesi anılarda kalmıştı.
Yayla yollarında yürüyen gelinler, çocuklar ve gençler kentlere sürülmüştü. Kendi işinde gücünde çalışan mutlu ve üretken insanlar, kentleri işgal eden çok uluslu şirketlerde asgari ücretli kölelere dönüştürüldü. İşlemeli tülbentlerini, kanaviçelerini, anne ve baba yadigârı duvar halılarını almaya vakit bulamayan gelinler, yabancısı oldukları kentlerde serbest piyasa simsarlarının insafına terk edildi.
90’lı yıllar, gelinler gibi, yaylaların da yalnızlığa mahkûm edildiği yıllardır.
Keşiş Yolunda Bir Gün
17 Temmuz günü Keşiş yolundaydık. Güvenlik gerekçesiyle, o bölgeye yapılan gezilerde karakola bilgi verilmesi gerekiyor. 16 Haziran günü Kırmızıköprü Jandarma Karakoluna haber veriyoruz. Sabah yola çıkmadan önce, araç bilgisi ve geziye katılacak kişi sayısını da bildiriyoruz. Şihan yol ayrımında saat 05.30’da araçtan iner inmez yürümeye başlıyoruz. Şihan, resmî olarak Akdik’in bir mahallesi olsa da farklı bir köy olarak bilinir. Şihan köylüsü, kendisini Akdikli (Aynikli) olarak değil, Şihanlı olarak tanıtır.
Şihan’a, dağların doruklarında güneşin belirdiği bir saatte varıyoruz. Güneş, Hınzori tepelerini tarayarak aşağılara doğru iniyor. Güneş ışığı ağaçları, çiçekleri, börtü böceği, saçlarına makas değmemiş genç bir kız gibi, özenle tarıyor. Köy çeşmesinden akan suyun sesine kuş cıvıltıları karışıyor. Köyde yaşayan hiç kimse yok! Başında genç kızların sohbet ettiği, köylü kadınların dertleştiği, susuzluktan ciğeri yanmış yolcuların mola verdiği çeşme, kahredici yalnızlığa isyan ediyor.
Çeşmenin tek tesellisi kuşlar, kurtlar, ayılar, sincaplar, tavşanlar, vaşaklar, sansarlar ve tilkiler oluyor. Vaşakların kovaladığı dağ keçileri de ayda yılda bir çeşmeyi ziyaret ediyor.
Şihan köylülerinin yıkılmış evlerine hüzün çökmüş. Hüzün sadece evlere değil, yüreğimize çöküyor. Köydeki kavak ağaçlarının bazıları hasrete dayanamadığı için kurumuş. Çeşmenin yanı başındaki Anaokulu, köyün sağlam kalan tek yapısı. Bahçesindeki iki elma ağacı ile eriğin dalları ağır meyve yükü altında yere eğilmiş. Onları mutlulukla selamlıyoruz. Minik öğrencilerin ayak izlerini ve ezgilerini saklayan bahçede birer elma koparıyoruz. Gerisi bölgede mukim ayı, sincap ve kuşların hakkı. O elma ağaçlarına tırmanan çocukları, öğrencileri için hemen her şeyinden vazgeçen öğretmenleri, öğretmenlerine siper olan köylüleri özlüyoruz.
Şihan’da çocukluğumuzda kullandığımız keçi yolu artık yok. Şihan-Hınzori yolu 2008 yılında, Devlet, Hakkı Karadağ‘ın sağladığı kaynak ve Hınzori köylülerinin desteğiyle yapılmış. Nazımiye Uzuntarla/Pülümür Kırmızıköprü’nün yetenekli ustası Ali Arıcı’nın, Çemesol Çayı üzerinde yaptığı beton köprü ilk günkü gibi sağlam, ancak yol nerdeyse kullanılamaz hâle gelmiş. Ali Arıcı, sadece bir usta değil, Tunceli’nin yetiştirdiği diplomasız mimar/mühendislerden.
Karadeniz’in mavi gözlü kızının göz rengindeki Çemesol, köprünün altından usul usul akıyor. Kırmızı benekli alabalık, özgürlüğün simgesi olmaya devam ediyor. Toprak kayması, selin açtığı derin çukurlar, düşen kayalar vb. nedenlerden dolayı yolda araç kullanmak olanaksız. Zaten güvenlik amacıyla yolun Akdik ve çevre köylerle bağlantısı kesilmiş. Akdik yol ayrımına yakın yerde araçların geçemeyeceği derin çukurlar kazılmış.
Şihan’da tarlaların geride kaldığı, Çemesol Çayı’nın göründüğü noktada bozayı çıkardığımız gürültüden rahatsız oluyor ve gözden kayboluyor. Ayhan Canerik, ayıyı gören şanslılardan.
Şihan’dan kim bilir kaç kez geçmişimdir. Keşiş’te doğduğuma göre, bir ya da iki aylıkken, annemin kucağında bu köyden geçmiş olmalıyım. Her yıl yaylaya gittiğimize göre bebekliğimden itibaren bu yolun müdavimlerinden biri sayılırım. Demek ki Mezra-Akdik-Şihan-Hınzori yolunun en sadık yolcularından biriyim. İnişli çıkışlı bu yollarda kaç kez ağladım, bilemiyorum. Mutluluktan sevinç çığlıkları atmış da olabilirim.
Şihan’la ilgili unutamayacağım anılarımdan biri Ali Pekin’in düğünüdür Ali Pekin, düğün tarihini bizimle de paylaşıyor: 20 Ekim 1975. Kocaali amcamın oğlu İbrahim Arslan’la birlikte düğüne gitmiş, Ali Yıldız (Balcı)’ın evinde kalmıştık. O zaman 9 yaşındaydım. Evinde kaldığımız Ali amcalarda birkaç kovan arımız vardı. Sonbaharda anneannemle birlikte evine gider, teneke dolusu balla köyümüze dönerdik. İlkokul çağlarında mutfağımıza taşıdığımız balın tadı ve kokusu, bugün hâlâ ilk günkü tazeliğini korumaktadır. Köyle ilgili unutamadığım anılarımdan biri yine çocukluk yıllarıma ait. Keşiş Yaylası’ndan Mezra köyüne katır sırtında kinkor/kirkor (çarçır) ve ot taşırdık. Otu, yaylamızla aynı adı taşıyan Keşiş köyünün karşısındaki yamaçlarda biçer, sırtta yaylaya taşır, kuruduktan sonra köye götürürdük. Bu işleri yaptığımızda ilkokul çağlarındaydık. Nimet ablam ve anneannemle birlikte yaptığımız bu yorucu işlerle mutlu olurduk. 10-11 yaşlarındayken yayladan köye kinkor taşıyordum. Şihan yokuşunda, yük, katır sırtından düşmek üzereydi. Katır yükü her iki tarafa eşit olarak dağıtılmamıştı. Bir taraf ağır basıyor, hafif olan tarafı havaya kaldırıyordu. Yükün devrilmemesi için hafif tarafa asılıyordum. Şihan’da sırtında ot taşıyan genç bir kadınla karşılaştım. Köylü kadının sırtladığı yük boyunu aşmıştı! Bana herhangi bir şey söylemeden geçip gitti. O arada sırtındaki otu evine bırakmış olacak ki kısa bir süre sonra geri döndü ve yükü düzeltti. O kadın kimdi, adı neydi, kimin annesi ya da ablasıydı öğrenemedim. Kendisine teşekkür bile edemedim. Ona karşı duyduğum sevgiyi o gün ifade edemedim. Sarılıp o temiz ellerinden öpemedim. Yaklaşık 40 yıl sonra, o köylü kadının yardım elinin uzandığı yerde Anadolu köylüsüne duyduğum güven duygusunu tazeliyorum.
Tozlu Yollara Özlem
Şihan yolunda insanlardan eser yok. Yaban hayvanlarına, özellikle ayıya ait izlerden başka bir ize rastlayamıyoruz. Eskiden toz toprak olurdu bu yollar. Eve-yaylaya gidinceye kadar paçalarımız toz içinde kalırdı. Yoldaki hareketlilik toprağı aşındırır, toza yol açardı. Yollar yürümekle aşınmaz! Yürünmeyen yollar gerçekten de aşınmıyormuş. İlginç gelebilir, ama o tozu bugün özlüyorum. Toz, köyde yaşam belirtisidir. Yoldan gelip geçen annelerin, bebeklerin, çocukların, çobanların ayak izidir. Erzincan Çelik lastiği ya da naylon ayakkabı, tozlu yolların değişmeyen markasıdır. Tozda bırakılan minik bir ayak izi, okul öncesi çağındaki kız çocuğuna aittir. Adım aralığından, yayladan köye koşar adım yürüdüğünü anlayabilirsiniiz. Çünkü yayla dönüşü, ona okulunu müjdelemektedir. Ayşe Öğretmen, uzak kaldığı çocuklarına kavuşmak için sabırsızlanmıştır. Okul öncesini bitiren çocuk için ilkokul zili çalmak üzeredir. Karadeniz’den, onlar için köye gelen Durali Öğretmen de sabırsızlanmakta, minik ellere kalem vermek için gün saymaktadır.
Sarı Usta’nın Duvarı
Şihan, bir ustalar köyü. Şihan demek ustalık demek. Yörede tanınan taş duvar ustalarının çoğu bu köyden. Köyde yetişen ustalar civar köylerde güzel yapılar inşa etmiştir. Mezralı taş duvar ustalarından Çavuş (Kamer Canerik), Kamer Satık, İmam Fırat, Hasan Solmaz, uzun süren inşaatlarda Şihanlı ustalarla bir arada çalışmış mıdır, bilemiyorum. Şihan’da taş yapılı toprak evlerin tavanları çökse de bazıları duvarlarıyla ayakta kalmış. Köyde aklımda kalan ustalardan biri Sarı Usta (Hıdır Doğru), diğeri ise Kara Usta (Hıdır Pekin)’dır. Ali Pekin, köyde bilinen iki taş duvar ustasını daha hatırlatıyor: İbiş Pekin ve Musa Pekin. Sarı Usta, unvanını, saç ve ten renginden almış. Güler yüzlü, sarı saçlı, açık tenli ve kısa boylu olan usta, gözümüzde hep eserleriyle büyümüştür. Bize göre onun en büyük eseri tarlasını korumak için ördüğü duvardı. Köyden yaylaya, yayladan köye giderken onun ördüğü taş duvarın önünden geçerdik.
Sarı Usta’nın duvarı…
Duvar, tarlanın önüne örülmüştü. Taşların arasında harç kullanılmamıştı. Yoldan geçen hayvanlar, duvar sayesinde, tarlaya giremezdi. Birine yer tarif ederken ustanın duvarından söz edilirdi:
Sarı Usta’nın duvarının karşısındaki ormandan aşağıya doğru…
Sarı Usta’nın duvarından yukarıya doğru…
Sarı Usta’nın duvarının önünde…
Bu gidişimde duvarı çok merak ettim. Uysal ve yetenekli ustanın eseri yerinde duruyor muydu? 2008 yılında yapılan yoldan zarar görmüş müydü? Yağmura, kara, rüzgâra karşı koyabilmiş miydi?
Evet, duvar ayaktaydı! Sarı Usta’nın duvarı ufak tefek yıkımlara karşın tarlaya siper olmaya devam ediyordu. Paşa-Ali Hıdır Pekin’lerin duvarı da bazı kayıplara karşın varlığını sürdürüyordu. Ali Pekin‘den, kesme taşlarla örülen bu duvarın, İbiş Pekin‘in eseri olduğunu öğreniyoruz. Sarı Usta’yı, Paşa (Hıdır) Pekin’i, Ali Hıdır Pekin’i ve İbiş Pekin‘i rahmetle andıktan sonra adımlarımızı hızlandırıyoruz.
Çemesol’da Mola
Grupla yürümek zaman alıyor. Ağaçların, çiçeklerin, nane ve kekiklerin, tohum vermiş sarımsakların, kayalıktan koparak yola kamp kuran kayaların yanından Çemesol’a varıyoruz. Çemesol Çayı, Şihan ve Hınzori köylerini ikiye ayıran vadinin ortasından akar. Çay, ilkbahar hariç, tertemiz. Bir akarsu ancak bu kadar temiz ve duru olabilir. Çemesol, kendisine gözlerinin rengini veren Trabzonlu kızın sevinç gözyaşlarını akıtmaktadır. Sarıkız’ın gözlerinden süzülen damlalarla beslenen Çemesol, Tunceli’ye hayat vermektedir. Çemesol, temizliğini erişilmez oluşuna borçlu. Sularımızı zehirleyen mikroplar, Çemesol’un heybetine boyun eğmiştir. Kırmızı benekli alabalığın yaşam alanı olan Çemesol, dağlıların haklı gururu ve en büyük varlığıdır. Dağ keçileri, ayılar, kurtlar, sincaplar, tavşanlar, vaşaklar, tilkiler, yaban domuzları, kaplumbağalar, kirpiler, köstebekler, yeşilkertenkeleler, yılanlar, kartallar, kırlangıçlar, saksağanlar, ağaçkakanlar ve serçeler, Çemesol’un binlerce yıldır ağırladığı konuklardır.
Korkuluğu olmayan köprünün üzerinden alabalıkları seyrediyoruz. Çok hareketli ve gürültüye karşı son derece duyarlılar. Çabuk kayboluyorlar. Çocukluğumuzda yaylaya gidip gelirken köprünün altında yüzerdik. Sabah erken saatlerde buz gibi suya dalardık. Soğuk suyun serinliğini sıcaktan bunalan yolculara bırakıyoruz. Köprüden geçtiğimizde kendimizi yeşil dünyanın ortasında buluyoruz. Hınzori Ormanı’yla bütünleşmiş tarlada uzayan otlar orak ve tırpan yüzü görmemiş. Bu tarlaların yeniden sürüleceği, çayırların tekrar biçileceği günlere duyduğumuz özlemle Hınzori yokuşunu tırmanıyoruz.
Hınzori Ormanı
1990’lı yıllarda her metrekaresine ateş düşen Hınzori Ormanı, büyük kıyımın izlerini silmiş ve yenilenmiş. Ağırlıklı olarak meşe, kavak ve yer yer çınardan oluşan ormanda yaban hayatın oldukça zengin olduğu görülüyor. Alevlerden kaçan canlılar ormana geri dönmüş. Yavruları yanan kuşlar, minik yavrularını kurtaramayan bozayılar, yangından kaçmayı başaran yeşilkertenkeleler, alevlerden daha hızlı hareket eden tavşanlar baba ocağına dönmenin sevincini yaşıyor.
Orman tanımlanması güç bitki türlerini barındırıyor. Sarı, yeşil, mavi, turuncu, kırmızı, beyaz renkli yüzlerce bitkinin yayıldığı orman, paragöz canavarların keşfedemediği bir hazine. Mor renkli, taç yapraklı bir çiçeğe konan rengârenk kelebek, kendi öz yurdunda yaşamanın tadını çıkarıyor.
Adını bilemediğimiz bitkiler, kuşlar ve böcekler direnen doğanın zaferidir.
Limon çiçeği (limon otu, lippia citriodara), Hınzori yolunun mutluluk kaynağı. Çiçek, tüm güzelliklerini yorgun yolculara cömertçe sunuyor. Rüzgâr, çiçeklerden derlediği limon kokusunu kucaklayarak vadiye yaymakta, henüz uçamayan yavru kuşlara, kovuğundan uzağa gidemeyen minik ayılara, ince dalların acemi gezgini sincaplara sevinç taşıyor. Balarıları limon çiçeğinin ferahlatıcı kokusuyla kovanlarına dönüyor.
Tarihçesini, ulaşabildiğim yaşlıların da bilemediği yıkıntılarda (Pagu) soluklanıyoruz. Saat 07.00. Geçmişte definecilerin ilgi odağı olan yıkıntılar, otların arasında görünmez olmuş. Gözlerimizi kurşuni ve kırmızı kayalıklara çeviriyoruz. Ali Atıcı’nın evinin alt tarafındaki kayalıklardan büyük bir kütle kopmuş. Ne zaman ve nasıl koptuğunu, kopma sırasında nasıl gürültü çıkardığını merak ediyoruz. Kütle bir gece vakti mi, yoksa öğle saatlerinde mi koptu? O büyük kopuşun sarsıntıları kuşları ürkütmüş müydü? Kayalıktaki yuvalarından başını çıkaran yavru kırlangıçlar kurtulabilmiş miydi? Kimsenin tanık olmadığı bu doğa olayıyla ilgili tüm sorularımız cevapsız kalıyor. Köyde merakımızı giderecek hiç kimse yok. Kayalar koparken, Hınzori’de hiç insan yoktu. Köyün son sakinlerinden Hıdır Korkmaz, Ali Coşkun ve Hüseyin Ayçil’in, kapıları kapatıp ayrılmasının üzerinden tam 26 yıl geçmiş. 1992 yılı, köydeki tüm kapıların açılmamak üzere kapandığı, belki hiç kapatılmadan açık bırakılarak terk edildiği yıl olmuş.
Hınzori’de Hüzün
Yayla yolundayken, Hınzori, yokuşun sona erdiğini müjdelerdi. Uzun süren dik yokuşun sona ermesi, bizde bir özgürlük havası yaratırdı. Çocukluğumuzun uzun ve yorucu yayla yollarında, Hınzori’ye ulaşmak büyük mutluluktu. İlk işimiz yol üzerindeki köy çeşmesinde elimizi yüzümüzü yıkamak ve buz gibi suyu içmekti. Torbamızdaki ekmek ve çökelek, çeşme başı kahvaltısının vazgeçilmeziydi. Çeşme, Hüseyin amcaların (Hüseyin Han) evinin yanındaydı. Evin yanındaki elma ağacından elma koparmak, ihmal etmediğimiz görevlerden biriydi. Hüseyin amcalar, elma ağacını sanki bizim için dikmişti. Elma koparırken bir gün terslendiğimizi, sopa ya da taşla kovalandığımızı hatırlamıyorum.
Köye 08.15’te adım atıyor, 40 yıl önceki çocukluk günlerimizin özgürlük havasını yeniden soluyoruz. Çantada taşıdığımız ‘adımsayar’a göre, Şihan-Hınzori arası 7 km. Köyün girişinde, 20 Haziran 1979 yılında üzücü bir trafik kazasında kaybettiğimiz rahmetli Ali Atıcı’nın evinin olduğu yere yakın bir yerde yeşilkertenkeleyle karşılaşıyoruz. Köyün neşe dolu insanı olarak aklımda kalan Ali amcanın orak salladığı, hayvanlarını otlattığı, çocuklarının elinden tuttuğu yerlerden geriye hüzün kalmış. Atıcı ailesinin evinin yıkıntılarını otlar bürümüş. O evde doğan çocuklar, babalarının Kırmızıköprü’den getirdiği akide şekerleri ile leblebi-üzümleri paylaşırken kim bilir ne kadar mutlu olmuştur. Babanın cebinden çıkardığı şekerler ömür boyu süren sevinçtir.
Gaz lambaları 7 ve 14 numaralı olurdu. 7 numaralı gaz lambaları daha ekonomikti. Camı ucuzdu ve gazyağını daha az yakardı. Ali amca, Kırmızıköprü’den aldığı lamba camlarını, kırılmaması için boynunda taşımıştır. Atıcı ailesi acaba kaç numaralı gaz lambasıyla aydınlanmıştır? Annelerinden masal dinleyen kardeşler, soğuk kış mevsiminde birbirlerine sokularak ısınmıştır.
Sabahın bu erken saatlerinde evin bulunduğu tepeyi okşayan soğuk rüzgârdan korunmak için ellerimizi Atıcı ailesine ait evin kalıntılarına uzatarak ısınıyoruz. Yıkıntılardan yükselen sıcaklık sadece ellerimizi değil, yüreğimizi de ısıtıyor.
Hınzori Mezarlığı, çeşmeden sonra, köyün ayakta kalan tek varlığı. Terk edilmiş bir köy mezarlığı acı vericidir. Doğup büyüdükleri köyde toprağa karışanlar, olup bitenlerden habersizdir. Onlar giderken geride sevinç içinde çocuklar, çalışkan kadın ve erkekler, ödevlerinin başına oturmuş iki örgülü kız çocuklar ve saçları makineyle kazınmış erkek çocuklar, olgunlaşmış buğday başakları, küçük pencerelerden kahkahaları yayılan bebekler bırakmışlardı. Köydeki Philips (Transistorlu) radyodan ‘ajans’ dikkatlice dinlenir, Erzurum Radyosu’nun yanık ezgileri kaçırılmazdı.
Bugünkü viran köy onların bıraktığı köy değildir.
Yaban armudu (ahlat), alıç ve söğüt ağaçlarının çevrelediği yoldan çeşmeye doğru yol alıyoruz. Yaban armutlarının dalları meyve yüklü. Boşalan köylerin birçoğunda meyve ağaçları kurumuş. Hınzori’de durum farklı. Yaban armutları başta olmak üzere, meyve ağaçları varlığını korumuş, aynı zamanda çoğalmış. Yol kenarındaki asırlık alıç, meyveleriyle bize gülümsüyor. Sararmış kengerler, yamaçlarda savruluyor. Çiçekleri okşayarak uçuşan kırlangıçlarla birlikte yürüyoruz. Yüksekte uçan bir kartal kanat çırparak bizi selamlıyor. Çeşme eskisi gibi akıyor. Hüseyin amcaların evi yıkılmış. O koca elma ağacı kurumuş, yerine yenisi yetişmiş. Kuruyan elmanın köklerinden boy veren elma ağacının meyveleri kayısı büyüklüğünde, yıkamadan tadıyoruz. Yıkılan evin karsısındaki üç kavak ağacı köklerden başlayarak kaynaşmaya başlamış. Kavak gövdeleri kalınlaştıkça birbirine sokulmuş. En az elli yaşındaki bu üçüzler yıllara meydan okuyor.
Hınzori’de karşılaştığımız büyükbaş hayvanlar günün sürprizi oluyor. Komşu Kovuklu (Harşi) köyünden iki aile hayvanlarını buraya getirmiş. Hayvanlarını getiren Ali Sarı ile Umut Yıldız, köyde çadırda barınıyor. Çadır ceviz ve armut ağaçlarının gölgesinde kurulmuş. Çadırları sıcaktan koruyan üç ceviz ağacını kim ya da kimlerin diktiğini, onları dikenlerin hayatta olup olmadıklarını bilemiyoruz. Sarı ve Yıldız ailelerinin hayvanları, büyük kentlerde yaşayan insanlardan daha sağlıklı! Ali ile Umut bizi çaya davet ediyor. Onlarla biraz sohbet ettikten sonra Heniye Soehıj’a çıkmak üzere vedalaşıyoruz.
Hınzori’de Sanki Hiç Yaşanmamış
Yayla evlerimiz kalıcı ve sağlam olmadığından, her yıl yeniden yapardık. Bu iş genelde iki gün sürerdi. Köyden topluca yaylaya gider, çalışırdık. İlk günün sonunda, konaklamak amacıyla Hınzori köyüne gelir bir gün kalırdık. Son olarak kirvemiz Hasan Çakır‘ın evinde kalmıştık. Biz misafir olduğumuzda Hasan Çakır büyük olasılıkla yurt dışındaydı. Oğlu Yılmaz Çakır, babasının yokluğunu aratmamıştı. Çakır ailesi, kalabalık grubu evinde iyi ağırlamıştı.
Köy yolundan, dağa paralel uzanan köy evlerine bakıyorum, yok! Hiçbiri yok! Hasan Çakır‘ın, Hıdır Korkmaz‘ın, Ali Coşkun‘un, Hüseyin Ayçil‘in ve diğer köylülerin evlerinden geriye bir taş bile kalmamış!
26 yıl, koca köyü bir anlamda süpürmüş.
Yükseklerde Bitki Örtüsü Değişiyor
Bitki örtüsü, vadiden dağlara doğru farklılaşmaya başlıyor. Pülümür’ün denizden yüksekliği 1050 metre. Hınzori, Keşiş, Demire, Ujbend‘de yükseklik ortalama 2-3 bin metre arasında değişiyor. Vadiden Hınzori köyüne çıkarken bitki örtüsündeki değişikliği gözlemliyoruz. Meşe ağaçları, köyün girişinden itibaren azalıyor ve yerini yavaş yavaş kavak, bodur çam (çekem) ve ardıca bırakıyor. Çekem iğne yapraklı, sürgünleri odun kalınlığında, ortalama 5-10 m²’lik yer kaplayan ve 10-20 cm uzayan bir bitki. Çekemleri süsleyen ‘şans çiçeği’ kırmızıya boyanmış. Çiçeği gören Ayhan, “Bugün şanslıyız,” diyor.
Soehıj çeşmesinde kahvaltıya oturuyoruz. Ayhan, çevreden çalı çırpı topluyor, ateş yakıyor. Üç taşın üzerine konulan alüminyum çaydanlıklardaki su çabuk kaynıyor. Dağ sularının içimi kolay, çayı idealdir. Yolumuz uzun olduğundan kahvaltının ardından yeniden ayağa kalkıyoruz.
Koca Hıdır’ın Yolu
Paşa dedemin sağdıcı Koca Hıdır (Hıdır Akkılıç), bugün kimsenin hatırlamadığı bir tarihte (70’li yıllar olmalı), eline kazma ve küreği alarak Keşiş yolunun sorunlu 40-50 metresini yapar. Yol, yayladan görünürdü. Köyden yaylaya gelenlerin konumunu belirtmek için bu yoldan sık sık söz edilirdi:
Koca Hıdır’ın yolundalar…
Koca Hıdır, adı gibi ‘koca’ bir insandı. Çalışkan ve yetenekliydi. Onun elinin değdiği yolda yürümek istediysek de olmadı. Çünkü Hınzori’den Keşiş’e, eskiden köylülerimizin kullandığı yoldan değil, üst yoldan gidiliyor artık. Alt yol uzun yıllar kullanılmadığı için tamamen kaybolmuş.
Sarıçiçekler, gevenler, çekemler, ardıçlarla birlikte yol alıyoruz. Helige (çiriş) sapları kurumaya yüz tutmuş, bilyeden küçük yeşil tohumlarıyla gelecek yıl yeniden doğacağını haber veriyor. Odun vb. gerekçelerle yakılan çekemler daha güçlü biçimde hayata dönmüş. Yayla yolunun en büyük sürprizi, ardıçların o muhteşem dönüşüdür. Ardıç varlığında belirgin bir artış olduğu gözleniyor. Ardıç kendine özgü kokusu, dayanıklılığı, yüksekte yetişen nadir ağaç türü oluşu vb. özellikleriyle değerli bir ağaç türüdür. Yaylaları mesken tutmuş kuşların en güçlü sığınağıdır. Yorucu dağ mesailerinde bozayıları bağrına basan başka bir ağaç türüne rastlanmıyor.
Yıkandığımız Derede Ayakkabı Sürprizi
Çocukken yıkandığımız dereye ulaşıyoruz. Tenekede ısıtılan suyla yıkandığımız derede, ‘perde’ ve çamaşır ipi işlevi gören iki koca kaya yerinde duruyor. Kayalara, o gün yıkanan çamaşırlar serilirdi. Dereye su içmek için gelen yılanı görme ayrıcalığı bu kez Çağla’ya ait! Yılan, belki yaşamında ilk kez karşılaştığı insanlardan uzaklaşıyor ve bitkilerin arasında kayıplara karışıyor.
Derede rastladığımız bir kara lastiğin sahibini merak ediyoruz. Sol ayağa ait lastik, 42 numara! O lastiği giyen kişiyle ayak numaram aynı! Acaba kime ait? Ne zamandan beri burada duruyor? Belki çığın üzerinden geçen bir çobanın ayağından çıkmış ve bir daha bulunamamıştır. Çoban, yaylaya yalınayak gitse bile birkaç gün yine çıplak ayakla gezmek zorunda kalmıştır. İlkbaharda taşan dere, kayaları yerinden söken çığın ayakkabıya gösterdiği hoşgörüyü anlamaya çalışıyoruz. Ayakkabı, belki başka bir yerden buraya sürüklenmiştir.
Dereden yukarıya doğru ağır adımlarla yol alıyoruz. Yokuş, Sütçeşmesi (Heniyesit)‘nde sona eriyor. Çeşmeyi kaplayan otlar, çiçekler, çeşitli arılar ve kelebekler, insanlardan doğan boşluğu dolduruyor. Mavi kanatlı minik kelebekler çeşmeyi renklendiriyor.
Keşiş Yaylası’nda eskisi kadar olmasa da balarılarına rastlıyoruz. Bu yıl, yaylada Şavaklılar dâhil, hiç kimse olmadığı için zengin bitki örtüsü canlılığını koruyor. Sütçeşmesi’nden Kağge’ye doğru çıkıyoruz. Kağge’de birkaç yüz metre ilerledikten sonra, o tanıdık kuş sesini yeniden duyuyorum. Kümeler hâlinde uçan kuşları bir türlü sayamıyorum! Elli, yüz, belki daha fazla. Havalanan kuşlar, Demire ile Varevılemehş yaylalarını ikiye ayıran boğazda gözden kayboluyor. Kuşlarla birlikte ben de uçuyorum!
Keşiş Köyünü Görmeden Dönmek Yok
Keşiş Yaylası’na komşu Keşiş köyünü görmeden dönmek yok! Yaylanın Vılecerdu‘su, derin vadinin içinde insanı büyüleyen bir coğrafyada yer alan Keşiş köyünü görmek için özenle yaratılmış bir tepe gibidir. Keşiş’te, köyden geriye ev yerlerinin güçlükle anlaşıldığı yıkıntılar kalmış. İlkokul çağlarındayken evlerine konuk olduğumuz Torne Kolek‘lerin evi de, diğerleri gibi, doğaya boyun eğmiş. Kengerler tamamen kurumamış. 30 yıl sonra, kenger tadıyoruz. Nimet ablam, Ayhan ve Çağla’yla birlikte özgün tadını belki bin yıldır koruyan mor renkli çay topluyoruz. Tepeden, Golık olarak adlandırılan çeşmeye iniyorum. Golık’tan, maşrapa ya da çinko-alüminyum kâselerle kovamıza su dolduruyoruz. Çeşmenin sağında ve solunda birkaç metreyi bulan, yöreye özgü iki ağaçla birlikte büyüyoruz.
Yayla Evlerinin Yıkıntıları Arasında
Yayla evlerini kuşatan ısırgan otları arasında ilerlemek oldukça güç. Yaklaşık 50 yayla evinin tamamı yıkılmış. Bizim bitişiğimizde dayım Müdür Ağa, dayım Ali Arslan, Paşa dedemin sağdıcı Koca Hıdır (Hıdır Akkılıç), Ali Canpolat/Hasan Canpolat‘ların evleri yer alırdı. Bütün evlerin yerleri belli. Çocukken, bacağımda derin bir yara izi bırakan ağıl kapısının kalıntıları bile duruyor. 5-6 yaşındayken, tayın gözüme tekme attığı yerden karşı dağları seyrediyorum. Hopıke‘nin alt tarafında, Zülfü Akkılıç ve Barış Güler‘le üzerimize zimmetlediğimiz taş arabalar yerinden oynamamış. Hâlâ gıcır gıcır! Hayvanları korumak amacıyla gözlem noktası olarak kullanılan Kulva da yerinde duruyor! Kayalıktan oluşan bu güvenlik kulübesinin ömrü oldukça uzun olacağa benziyor.
Adımsayar, Şihan-Keşiş arasındaki uzaklığı 14 km olarak gösteriyor. Yol uzun, ama gün kısalıyor. Artık dönüş vakti… Yeniden yola düşüyoruz. Anneannemin, annemin, Gülizar halamın, Nimet ablamın, Yadigârın, Fatoş’un, Songül ve Çağla’nın kovayla su taşıdığı çeşme yolunda hüzünleniyoruz. Mezra köylülerinin en az 200 yıllık geçmişine tanıklık eden Meryem Tepesi’ni, Keşiş Yaylası’nı, Keşiş köyünü, Golık’ı, Sütçeşmesi’ni, Kağge’yi, Demire’yi, Vılemehş’i geride bırakıyoruz. Nimet ablam, Hasan, Özge, Ayhan, Songül ve Çağla’yla, bu uzun ve yorucu yolda pes etmeyen büyüklerimizi daha çok seviyoruz. Zorluk ve yoklukların, coğrafyanın, iklimin insan kişiliğini biçimlendirme yeteneğine hayran kalıyoruz. Hınzori’de Hüseyin amcaların elma ağaçlarını, üçüz kavakları, armut ve alıç ağaçlarını, cevizleri, söğütleri, sırtını dağa yaslayan Hınzori’yi, kırlangıçları, alçalmayı gururuna yediremeyen kartalları, hışırtıyla sürüklenen kengerleri, limon çiçeklerini, tavşanları, bozayıları, kurtları, tilkileri, dağ keçilerini, vaşakları, kirpileri, yeşilkertenkeleleri, kırmızı benekli alabalıkları eğilerek selamlıyoruz…
Bu güzel coğrafyada doğup büyümenin haklı gururuyla, Hınzori’nin doruğunda daireler çizen kartala öpücük gönderiyoruz…
Kartal kanatlarını daha güçlü çırpıyor ve masmavi gökyüzünde sonsuzluğa karışıyor…
Saat 19.30’da ulaştığımız Şihan’dan, son bir kez karşı dağları seyrediyoruz… Güneş, uzun bir günden artakalan ışıklarıyla, dağların arkasından bize göz kırpıyor.
Akdik Mezarlığını geçerek Mezra’ya yöneliyoruz. Dağlara, vadilere, ormanlara, kuş uçmaz kervan geçmez köylere ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi 3. sınıf öğrencisiyken teröristlerin saldırısı sonucu yaşamını yitiren Ali Canpolat‘a (1957-1977) veda ediyoruz.
(Pülümür/Kırmızıköprü, 24 Temmuz 2018)