Nüfus memuru dâhil, doğum gününü bilen hatırlayan yok. Kayıtlara 1 Temmuz 1934 olarak geçti. Ay ve gün bilgisini, yıllar sonra ilgili nüfus memuru rastgele işlemişti kütüğe. Acaba hangi ayda doğmuştu? Bir yılda on iki ay var, ama yaşama merhaba dediği ay bilinmiyor. Ya mevsim? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Gelinciklerle birlikte mi gözlerini açtı? Keşiş Yaylası’nda karların eridiği, doğanın kirden pastan arındığı; sümbüllerin, sarıçiçeklerin, çiğdemlerin, nergislerin, kardelenlerin arılara gülümsediği; bozayıların kış uykusundan uyandığı mevsim… Belki… Kara kovanlardan, kaya oyuklarından ya da konuksever meşe ağaçlarının gövdelerinden havalanan bal arılarının polen toplama mevsimi… Arılar, belki minicik bacaklarında taşıdıkları polen kokusunu çocuk çığlığının duyulduğu o toprak damlı eve de yaymıştır.
Köylü kadınlar, o sırada, erkek çocuk doğuran gururlu anneye tereyağlı dut-kayısı hazırlıyor olmalı. Herire, şir, zervet…
Kavut da akla yatkın.
Peki, baba neredeydi? Evindeki iki öküzü kurban etmek için hangi ziyaretin yoluna düşmüştü, onu da bilen yok. Hayal meyal hatırlayanlar, kurban kesiminin, güneşli bir günde gerçekleştirildiğini dile getirmiştir. Belki köyden topladığı ürünleri katıra yükleyip Erzurum yoluna düşmüştür. Erzincan’a gittiği de olurdu. Günlerce süren yolculuktan sonra Erzurum’a varacak, elindekileri paraya çevirecektir. Yalnız mı düşerdi uzun yola? Bazı yolculuklara, köylüsü Kamer Canpolat’la birlikte çıkardı. Erzurum’dan patates, şeker, çay, üst baş alacak ve sabırsızlıkla köyüne dönecektir. O yıllarda Erzurum esnafıyla nasıl iletişim kurabildiği de merak konusu. Köyünde, doğup büyüdüğü yerde konuşan, sohbet eden, gülüp eğlenen, dost meclislerine katılan baba Erzurum’da iletişim sorunu yaşadı mı acaba? Kamer’in iletişimde yardımcı olduğunu söyleyenler olsa da, bazı yolculuklara tek başına çıkması, ciddi bir iletişim sorunu yaşamadığını gösterir.
Erzurum’dan, anne kucağında uyuyan oğluna kim bilir neler getirmiştir. Yolculuğa çıkmadan öpüp koklamış, üç minik kızını bağrına basmıştır. Kızlarından birini sağ kucağına, diğerini ise sol kucağına alarak sarılmıştır. Üçüncü kızını kucağa alamayınca yere eğilmiş, onu da kucaklamıştır. Kollar sonsuza kadar açılmış, bütün bir köyü kucaklamıştır. Minik kızlar, babalarından bir şey istemişler midir? Ne onlar hatırlayabilecek durumda ne de olayın tanıkları.
O tanıklar ki, bugün hiçbirine kayıtlarda bile rastlanmamaktadır. Hiç doğmamış, büyümemiş, soluk alıp vermemişlerdir sanki. Salıncaklarından çıkan ses masmavi gökyüzünde yitip gitmiştir. Sıcak bir yaz günü salıncağın esintisiyle şekerleme yapan köylüler de sonsuzluğa erişmiştir. Köy meydanında bıraktıkları izler çoktan silinmiştir. Kırmızıköprü’yü gören Taht Mezarlığı’nda onlara ait hiçbir iz bulunmamaktadır. Mezarlığa gömülecek kadar şanslı olanların başucunda isimlerinin kazındığı taş parçaları da toprağa karışmıştır.
Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmamaktadır. Toprağa karışanlar bugün farklı bir bitkinin bedeninde varlığını sürdürmektedir. Onların bedenleriyle hayat bulan meşe, alıç, ceviz, kavak, söğüt ağaçları masmavi gökyüzünü öpmektedir.
O tarihlerde köyü ikiye bölen arkın kıyısında oyun oynayan üç küçük kızına da bir şeyler getirmiştir. İncik boncuk, entari, tarak, toka… Birkaç kalıp gül sabunu ile Gaziantep’in yeşil sabunu da çuvallar içinde taşınmıştır köye.
Heybetli babanın evine döneceği günler aşağı yukarı bellidir. Evde takvim ve duvar saati olmasa da dönüş günü bilinir. O günlerde annenin, Taht Mezarlığı’nın önünden geçen yolu görebileceği evin üzerinden babanın yolunu gözlediğine tanık olanlardan da kimsecikler yok artık. Anne, kundaktaki oğlunu, üç kızıyla birlikte yanına alarak saatlerce yoldan gözünü ayırmamıştır. Baba, katırıyla birlikte göründüğünde sofra hazırlanırdı. Çolabol’da göründüğünde bütün köy gelişini müjdelerdi…
Günlerce süren yolculuk babayı yormuştur. Katırını evin önündeki çite bağladığında anne ürkek hâlde kendisini karşılardı. Sevincinden sesini yükseltip sarılamazdı. Bir kadının kocasına sarılması, sevincini dile getirmesi ayıplanırdı. Üç kız kardeş sevgiyle, sevinç ve coşkuyla sarılırdı babaya. Baba da onlara sarılır, hoplatır, sımsıkı kucaklardı. Küçük kızlar hoplatıldığında yarı karanlık oda sarsılır, tavandan toprak akardı. Cebinden çıkardığı renk renk akide şekerlerinden verirdi. O sırada orada toplanan diğer çocuklar da unutulmazdı.
Baba, tavandaki merteğe bağlanmış salıncakta uyuyan oğluna koşardı hemen. Büyümüş mü? Saçları uzamış mı? Kime benziyor? Bebek, babasının geldiğinden haberdarmış gibi, uykusunda gülücükler dağıtırdı. Baba, Erzurum’dan aldığı mavi nazar boncuğunu hemen oğluna taktı ve alnına bir öpücük kondurdu. Oğlu doğduğunda, duvardaki martinini kapmış, evin üzerinden havaya ateş açmıştı. Martinin çıkardığı ses, ceviz dalındaki sincabı hareketlendirmişti. Armut dallarında sıralanan serçeler, söğüdü mesken tutmuş saksağanlar, kayalıktaki güvercinler kanatlanmıştı.
Çapraz fişeklikten üç mermi eksilmişti o gün.
Cizmesür’de mum yakılmış, niyaz (lokma) dağıtılmıştı.
Oğul iki yaşındayken bir erkek kardeşe kavuştu. Baba martiniyle bu kez köy meydanına koştu. Ahırdan bir öküz daha eksildi. Üç kız kardeş, ikinci erkek kardeşin mutluluğunu paylaştı. İki yaşındaki erkek kardeşin sorumluluğu artık onlardaydı. Köyde çocuklar çabuk büyür. Onların özgeçmişinde çocukluğa ilişkin anılar sınırlıdır. İş, güç ve erken yaşta sorumluluk çocukluk evresinin ömrünü iyice kısaltır.
Kızların en küçüğü Cezayir, halası Hatun’la, Nazımiye Dereova’ya gider ve bir daha dönemez. Henüz altı ya da yedi yaşındadır. Dereova’da hastalanır ve minik göz kapakları bir daha açılmamak üzere kapanır. Halasının kolları arasında Dereova’da toprağa verilir. Babanın Erzurum dönüşü açılan kucağı Cezayirsiz kapanmış, iki örgülü kızı için aldığı kırmızı toka cebinde kalmıştır. Anne, küçük kızının yasını tutmakta, eriyip tükenmektedir. Baba eve adım attığında minik pencereden Mezra köyüne yürek paralayıcı ağıt yayılmaktadır. Sofraya anne ve babanın gözyaşları dökülmüştür. Çaylar soğumuş, çatal kaşık yerinden oynatılmamıştır.
Çocukların en küçüğü iki yaşındaydı. Ağabey dört, en büyük abla ise dokuz ya da on yaşlarındaydı. Babanın katırını yükleyip Erzurum’a gidemediği yıldı. Ortalık toz dumandı. Yıpranan çarıkları onarmış, yenilemişti. Endişe içindeydiler. Sağda solda konuşulanlar hemen herkeste korkuya yol açmıştı. Harman zamanıydı. İri gözlü öküzler ve katırlar, döveni sabırla peşinden sürüklüyordu. Buğday ve arpa başakları dövenin altında ezilip ufalanıyordu. Makine olmadığından, yabayla harman savruluyordu. Rüzgârın estiği saat, harman için en uygun saattir. Rüzgâr, taneyle samanı ayırmada kullanılan sıfır maliyetli bir güçtür.
Köy yerinde iş bitmez, ama baba işlerin bir kısmını halleder. Takvim yaprakları sıcak ve kurak ağustosun on altısını göstermektedir. Köyden sekiz kişi o gün eksilir. Baba da aralarındadır. Yaklaşık yirmi kilometre yürütülürler. Yanlarına yiyecek de almışlardır. Hayvan kesilmiş, kavurma konulmuştur çıkınlarına. Hiçbiri bir daha dönemeyeceğini aklından geçirmemiştir. ‘Küçük bir iş’ için alınmışlardır, döneceklerdir.
Dönmezler…
Ağustosun on altısında düştükleri yolu son kez yürümektedirler. O yolu bir daha yürüyemeyeceklerdir. Yoldaki ağaçları, kayaları, vadiden havalanan güvercinleri, otları süpürerek uçan keklikleri, ceviz dalındaki sincapları, kayalığa tırmanan dağ keçilerini, Pülümür Vadisi’nde daireler çizerek uçan kartalları, gevendeki yuvalarında kuluçkaya yatan kuşları, koca ardıç gövdesinde şekerleme yapan bozayıları, Pülümür Çayı’nda yan yatan balıkları bir daha göremeyeceklerdir. Kardelenler, kaya nergisleri, papatyalar, sarıçiçekler ve kadife çiçeklerinin kokusunu bir daha alamayacaklardır. Yürütenler son yolculuktan haberdardır, ama yürütülenler habersiz. Kızgın güneş altında yürütülenler için son yolculuğun gerekçesi de yoktur.
Sekizlere başka köylerden yenileri eklenir. Sayıları yirmiyi bulur. İşinden gücünden, çoluk çocuğundan koparılmışlardır. Bir daha işe güce dönemeyecekler ve çoluk çocuğa kavuşamayacaklardır. Yırtık çarıklar onarılamayacak, harman savrulamayacak, Erzurum’dan alışveriş yapılamayacak, minik çocuklar kucağa alınamayacaktır. Erzurumlu esnafla bir daha görüşemeyecekler, Erzurum yolunda konuk oldukları ailenin kapısını bir daha çalamayacaklardır.
Çocuklar günlerce baba yolunu gözleyecek, ama onları bir daha göremeden büyüyeceklerdir. Eve Erzincan ya da Erzurum’dan getirilen şekeri tadamayacaklardır.
Ağustosun on sekizini göremezler. On yedisinde göğe yükselen çığlıklar Pülümür Vadisi’ne yayılır. Vadi yas tutar. Ayın on yedisiydi ve toplam on yedi kişiydiler. Geride yetim çocuklar, dul kadınlar bıraktılar. Toprak damları aydınlatan idare lambaları sönmüş, evler karanlığa bürünmüştür. Babasız evlerden yayılan ağıtlara bebek ağlamaları, anne ve çocukların gözyaşları karışmıştır.
Baba, dört çocuğundan sonsuza kadar uzak kalacaktır. Geride dört yetim çocuk ve dul bir kadın bırakmıştır. Anne, dört çocuğuyla birlikte Sorgun’un Peyniryemez köyüne yerleşir. Toprak evin bir odasında yedi kişi bir arada yaşamaktadır. Anne, dört çocuğu, Hatice Kolek (Çena Kolek, Keşişli) ve torunu. Köyde on yıl kalırlar. Yokluk ve acılar, anneyi çocuklarından ayırır. Anne, Dereova’daki Cezayir’den ve diğer dört çocuğundan tamamen kopmuş ve Peyniryemez’in toprağına emanet edilmiştir.
Çocuklar artık yapayalnız ve kimsesiz kalmıştır.
Sorgun, genç bir anneyi ellerinden almıştır.
Memlekette yetim, gurbet elde öksüz kalırlar.
Baba gibi, annenin de mezarı yoktur.
Memleketlerine dönerler. Anne ve dört çocukla düştükleri gurbetten eksilerek memleketlerine dönmüşlerdir. Ailenin nüfus kütüğünden küçük kız çocuğu, genç bir baba ve ardından anne de düşmüştür.
Nüfus memurlarında acıma duygusu yoktur.
Gencecik bedenlerin toprağa karışmasını sorgulamak onların işi değildir.
Amca evinde kalırlar. Nüfus kalabalık. Yokluk yılları… Han Yaylası’ndan katır sırtında odun taşır, çalışır. 1953 yılı… O tarihlerde yakın arkadaşı Ali Erginoğlu’yla birlikte katırları yükleyip depoya odun taşırlar. Köyde değil, yaylada uyumaktadırlar. Ellerine geçen birkaç lirayla Kırmızıköprü’den helva alırlar. Hıdır Akkılıç ile Hasan Erginoğlu’nun birlikte işlettikleri bakkaldan. Aradan yıllar geçse de o helvanın tadını unutmazlar.
1954’te ‘kaçak’ tütün içer. Topu topu birkaç günlük tiryakiliktir söz konusu olan:
“Arkadaşım Hasan Canpolat’la (Akdikli) birlikte tütün içiyoruz. Ateşimiz yok, karakoldaki askerlerden alıyoruz. Sigara sönmesin diye peş peşe içiyoruz. Hasan’ın babası evde tütünü herkesin görebileceği bir yere koymuş. Hasan da tütünü cebine koyup geliyor. Birlikte hayvan otlatıyoruz. Bir gün elde sigara taş tüneldeyken Hasan (Hesene Memli, Ali) Güler’le karşılaştık. Ne yapacağımızı şaşırdık. Hasan amca bizden tütün istedi, verdik, o da yaktı! Hasan’ın (Canpolat) babası tütünün eksildiğini görünce saklamış. Bizim sigara tiryakiliğimiz de o zaman sona erdi.”
1953 ya da 1954 yılı. Sert ve uzun geçen bir kış. Kış ortasında hayvanların yemi tükenir. Küçük kardeşiyle birlikte yaklaşık 15 km uzaklıktaki Kervan köyüne gider. Geceyi köyde geçirirler. Sabah erkenden otu sırtlayıp Mezra’ya dönerler. Çığ, yabani hayvan, donarak ölme korkusu akıllarından bile geçmez.
1955 yılında, Pülümür Askerlik Şubesinden çağrılır. Cebinde, şubeye gitmek için elli kuruşu bile bulunmamaktadır. Yol parası için kamyona odun yükler. Odun deposu, 1. tünelin ve jandarma karakolunun yanında, Gole Dalıke’nin kıyısındadır. Yükleme sırasında kaza geçirir ve bacağından yaralanır. Kaza, geride derin bir iz bırakır. Sağ bacağında bugün de varlığını koruyan derin yara izi o günden kalmadır. Elli kuruşun hatırası belleğinden bir türlü kazınmaz.
“Askerlik muayenesi için cebimde elli kuruş yol parası yoktu. Bu iz, yol parası için karakolun yanındaki depoda kamyona odun yüklerken oluştu.”
Bacağındaki yarığa kimin nasıl müdahale ettiğini hiç anlatmamıştır. O güne ilişkin anılar buharlaşmış gibidir. Pülümür Askerlik Şubesinde yirmilik delikanlılar muayene için kuyruk oluşturmuşlardır. Sırasını bekler. İçeri alındığında, heyetteki görevlilerin, askerliğini ertelemekten yana olduklarını gözlemler. Boyu kısadır, gelişimini henüz tamamlamamıştır. Oysa, bir an önce askere gidip hayata atılma düşüncesindedir. Komutana durumu anlatır ve hemen askere gitmek istediğini söyler. Komutan babacandır, isteğini kabul eder. Piyade er olarak İstanbul Hadımköy’de vatani görevine başlar.
Askerdeyken İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Musevi vatandaşlarımızı hedef alan utanç verici Gladyo eylemleri tezgâhlanır. 6-7 Eylül 1955, tarihe kara bir leke olarak geçer. Başıbozuk çapulcular ev ve iş yerlerine baskın düzenler, talan eder. Olaylarda çok sayıda vatandaş hayatını kaybeder ya da yaralanır. Türkiye’nin yüzünü kızartan yağmalama olaylarına tanık olunur. O tarihte 21 yaşında olan Tuncelili asker olaylardan büyük üzüntü duyar.
“Örfi idareden dolayı, Sirkeci’de iki ay görev yaptım.”
1957’de terhis olur. Aynı yıl Josef Levi’nin sahibi olduğu Madeni Eşya Kolektif Şirketinde işe başlar. İşe başladığı tarihi unutmaz: 14 Temmuz 1957. İstanbul Dolapdere’deki fabrikada gaz ocağı üretilmektedir. Üç yıl sonra, Ekim 1960’ta köyüne döner ve evlenir. 1961’de İstanbul’a döner ve Çağlayan’daki Mavi Alev Gaz Ocağı Fabrikasında çalışır. Birkaç yıl sonra Silahtarağa’da, Demirdökümde işe girer. Demirdökümden 13 Ekim 1968’de ayrılır ve Almanya’ya gider. 23 Ekim 1968’de Almanya’da işçilik yaşamına adım atar. Bir süre inşaatlarda çalışır, ardından Almanya Esslingen’deki Daimler Benz (Mersedes)de işçilik yaşamı başlar. Almanya’daki adresi, kendisine mavi tükenmez kalemle mektup yazan oğlunun belleğinden silinmez: 73 Esslingen Brühl Palmanwald Str. 52 Deutschland. Daimler Benzden, 1984 yılında ayrılır ve Türkiye’ye kesin dönüş yapar. Bir süre köyde bakkal işletir. 2007 yılı Ekim ayında bacağı kırılınca bakkalı kapatmak zorunda kalır.
Yaşadıklarından dolayı kimseye kırgın değildir. Belleğinde acıdan başka iz bırakmayan babasının kaybı, onu, ülkesinden asla koparmamıştır. Almanya’dan eşi ve çocuklarına gönderdiği mektuplarda, vatanseverlik, Atatürk sevgisi, çalışkanlık, doğruluk ve dürüstlüğe vurgu yapar. Yurt dışındayken ülkesi aleyhinde hiçbir faaliyete sıcak bakmaz. O, Türkiye’yi çok sevmiş, vatanına hep bağlı kalmıştır. Yıllarca uzak kaldığı çocuklarına, teyp kasetlerine kaydettiği sesiyle nasihatlerde bulunmuş ve güzel değerler kazandırmaya çalışmıştır.
Bayramlar, anne ve babaların mezarlarının ziyaret edildiği özel günlerdir. Bu özel günlerde sadece anne ve babalar değil, hayatta olmayan bütün yakınlar ziyaret edilir. Mezar ziyaretlerinde duygusal anlar yaşanır. Sessizce akıtılan gözyaşları ve kimsenin duyamayacağı hıçkırıklar bir tür teselli gibidir. Hayatta olmayan her insanın bir mezarının olmadığını acaba kaç kişi bilir. O, mezarı olmayan bir anne ve babanın çocuğu olarak büyüyen, bayramda yüreği burkulan insandır. Hiçbir mezarlıkta anne ve babasının izine rastlayamamış, bütün mezarlıklardan eli boş dönmüştür.
Annesi bir gün Peyniryemez’de aynı odayı paylaştığı Hatice Kolek’in (Keşişli) kaynattığı buğdaydan bir kaşık alarak tavuğuna yedirir. Tavuk o gün bir köpek tarafından boğulur. Anne, çocuklarını toplayarak haramdan uzak durmalarını öğütler:
“Hatice’den habersiz tavuğa bir kaşık buğday verdim. Köpek, tavuğu boğdu. Haram bize yaramaz. Her zaman haramdan uzak durun.”
O öğüde hep bağlı kalır. Çalıştığı fabrikanın makinelerini gözü gibi korumuş, maaşını hak etmek için elinden gelen çabayı sarf etmiştir. Bir asra yakın ömründe, haramdan uzak durmuş, annesinin haramla ilgili öğüdünü çocuklarına aktarmıştır.
Haksızlığa uğramış, ancak haksızlık yapmamıştır.
Çok acı çekmiş, bunları dile getirmeyi ayıp saymıştır. Ekim 2007’de, ceviz koparmak için çıktığı merdivenden yere düşmüş, bacağı kırılmıştır. Bacağının kırıldığını çocuklarından gizlemiştir. Erzincan Devlet Hastanesinde, doktor, alçıya konulan bacağını kontrol etmemiş ve o hâlde eve göndermiştir. Nitekim bacağındaki kırıkların, yanlış müdahaleden dolayı, tutmadığı anlaşılmıştır. Kırık bacağıyla uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından İstanbul’a gelmiştir.
Onu otururken göremezsiniz. Sürekli iş başındadır. Yaptığı işler para kazandıran değil, harcatan türdendir. Köydeki yamaçlara palamut ekmiş, akasya ve badem dikmiştir. Kovayla ağaçlara su verirken bacağındaki platine aldırış etmemiştir. Selden artakalan çakılın altındaki minik meşeleri, zarar görmemeleri için, elleriyle kurtarmıştır. Şimdi meyve veren, beş ya da on yıl sonra meyve verecek olan elma, dut, armut, ayva, kiraz, vişne ağaçları, onun yüreğinde kök salmıştır. Yetiştirdiği ceviz, elma, kiraz, erik, dut, armut, ayva vb, ağaçları çocukları kadar sevmiştir. Giresun’dan getirttiği bir kök fındık fidanını gözünden bile sakınarak büyütmüştür. Seksen dört yaşındayken, minik ceviz fidanlarını dikerek ölüme meydan okumuştur. Onun toprakla buluşturduğu ceviz, on yıl sonra anne karnına düşecek bebeklerin sofrasındaki yerini alacaktır. Anneler, tohum mafyasının kirletemediği cevizlerle beslenecek, sağlıklı bebekler dünyaya getirecektir.
Yaşamına çalışkanlık, sevgi, fedakârlık, dürüstlük damga vurmuş, gösterişten uzak durmuştur. Köy mezarlığının bakımı, kesilen suyun akıtılması, yolda kalanların ağırlanması, köyün çöpten arındırılması, arkın temizlenmesi vb. işleri sessiz sedasız yapmış/yaptırmış, çalışırken ortalıkta görünmemiştir.
Suya hasret yolcular için yaptırdığı çeşmenin lafını bile etmemiştir.
Yaşamını üreterek ve ayakta geçirmiştir. Doğruları her koşulda savunma cesareti göstermiştir. Bugün hemen her olayı Türkiye düşmanlığı için kullananların ağzını bile açamadığı bir dönemde köy mezarlığındaki ağaçların kesilmesine duyduğu tepki unutulmuş değildir.
Çocuklarının odasına izinsiz girmez. Kapıyı çalarak içeri girer. Elektronik postanın kullanılmadığı yıllarda kapalı zarf içinde çocuklarına gelen mektupların hiçbirini açıp okumamıştır. Askerdeki oğluna postadan gelen mektupları özenle saklamış, terhis olunca vermiştir.
Tutumludur. Savurganlığa karşıdır. Ülke kaynaklarının kullanılması konusunda duyarlıdır. Millî kaynakları har vurup harman savuranlarla arası hep soğuk olmuştur. Onun kullandığı çöp sepetinde bir fasulye ya da buğday tanesine, ekmek kırıntısına rastlanmaz. İçmeyeceği bir yudum suyu bile ziyan etmez.
3 Mart 2018’de kaza geçirmiş ve ağır darbe almıştır. O koca bedeniyle yere çakıldığında çıkan ses, uzaklarda, çok uzaklarda duyulmuştur. Aldığı darbelere aldırış etmemiş, kısa bir aradan sonra o çok sevdiği bahçesine koşmuştur.
Takvim yaprağına bakıyorum, tam seksen dört yaşında! Sabah saat 05.00’te uyanır ve evinin etrafını temizler. Ardından annemle birlikte sabah yürüyüşü… Tünellere yakın bir yere kadar yürürler. Toplam dört km dolayındaki yürüyüşü tamamladıktan sonra eve dönerler. Sabahın 08.00’idir. Hava serin. Domates ve biber fidelerini, maydanozu, rokayı, dereotunu sulama vakti… Yolda geçirdiği zamanı yorgunluktan saymaz, dinlendiğini düşünür.
Bahçedeki kiraz, elma, armut ve erik ağaçları çiçek açmıştır. Bir bebeğe dokunur gibi ağaçlara dokunur. Onlarla birlikte güler, onlarla birlikte ağlar. İlkbaharda çiçek açan ağaçlar soğuk günleri onun sıcaklığıyla atlatır. Domates fidelerini soğuktan koruyan ceket de onundur. Üzerinden çıkarıp fideleri örtmüştür. Bitkilerin üşüme mevsiminde onu ter basar.
“Onlar gözlerini yeni açan bebekler kadar naziktir.”
Birkaç kovan arıya da uğramadan edemez. Polen mevsimi… Polenle kovana dönen arıları keyifle seyreder. Arılarla, ağaçlarla, kuş sesleriyle hayata tutunur. Her eylemiyle ölüme meydan okur. Zamansız ölümler onu annesiz ve babasız bıraksa da dağarcığında ölüm yoktur. Yirmi santim boyundaki ceviz fidanını bu ilkbaharda dikerek ölüme kafa tutmuştur. Ölüme, ölüm korkusuna teslim olmaması, doğa yasalarını tanımasından kaynaklanmaktadır. Doğa yasalarını, kitaplardan değil, hayattan öğrenmiştir.
17 günlük tatil sona erdi. 27 Nisan günü, sabah erken saatte Erzincan yoluna düşüyoruz. Bizi yine yalnız bırakmıyor. Cebinden çıkardığı leblebi ve üzümü üç yaşındaki torununa veriyor. Erzincan’da ekilen tarlaları görünce keyifle gülümsüyor. Gözlerinden geçirdiği ameliyatı çoktan unutmuş.
Yaz tatilinde buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Birkaç adım uzaklaştığında hızla geri dönüp sesleniyor:
“Mor yapraklı erik fidanları ile ıhlamur fidanlarını sakın unutmayın. Bahçenin rengi ve kokusu artık değişecek. Rengârenk bahçede ıhlamur ağacı koca bir çınar gibi boy verecek. Bütün kuşlar dev ıhlamur dallarına konacak. Ağacın gölgesinde çocuklar salıncakta sallanacak, dostlar muhabbet edecek. O zaman cevizler de meyve vermiş olacak. Bahçe, sincaplar dâhil, bütün canlıların barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı bir cennet olacak.”
Torunu, dedesine minicik elleriyle öpücük gönderiyor. Dede, iki eliyle karşılık veriyor torununa.
Ihlamur ağacının altında muhabbet için birbirimize söz veriyoruz.
Baba gözden kayboluncaya kadar izliyoruz.
Ihlamurla büyüyor umutlar… Umut, ıhlamurla kök salıyor toprağa. Bu ulu ağaç, ölüme meydan okuyanların, ölümü yenilgiye uğratanların en büyük dayanağı oluyor. Sele ve çığa kapılanlar, rüzgârın önünde sürüklenenler ıhlamurun gövdesine, dallarına, köklerine tutunarak ayağa kalkıyor. Kızgın güneşte kavrulanlar ıhlamurun gölgesinde nefes alıyor. Ihlamur, Türkiye’yi yeni baştan yaratan umut oluyor. Ihlamur kokusu, Türkiye’nin dört bucağına sevgi, aydınlık, iyimserlik ve çalışkanlık yayan büyük enerji kaynağına dönüşüyor.
(Pülümür/Kırmızıköprü, 27 Nisan 2018)