Paçaları düğmeli, yırtık bir şalvardı üzerindeki. Annesi Hatice Hanım’ın diktiği şalvarla acaba kaç yıl geçirmişti, bilen yok. Çocuk büyürken, şalvar küçülür. Lime limeydi şalvar, yırtık paça dizlerinin hizasındaydı.
Yoksulluk diz boyuydu.
Toprak damlı, taş yapılı evler yoksulluğun ağır yükü altında eziliyordu.
Abrenk (Harmankaya) köyünün çalışkan köylüsü, gün ağarmadan uyanıyor, gün batımına kadar belini doğrultamıyordu. Köylüler, bunca emeğe karşın yokluklarla başa çıkamıyordu.
İsmail, Mehmet ve Hatice Somuncu çiftinin oğluydu.
1947’de doğmuştu.
Harmankaya İlkokulu diplomasını almış, aradan birkaç ay geçmişti. Alaca karanlıkta uyandırıldı. Babası önde, o ve kardeşi İbrahim arkada yola düştüler. İki kardeş, nereye, niçin gittiklerinden habersizdi.
O yıllarda babaya soru sorulamazdı.
1959 sonbaharıydı.
Aylardan Eylül.
Baba ve iki oğul, Eğin Dağı’nın eteklerine vardığında gün yeni ışımaya başlamıştı.
Baba, çocuklarına döndü, işaret parmağıyla önce Abrenk’i, sonra Kemaliye’yi (Eğin) gösterdi:
“Bizim köyde çoban olmak, cahil ve de yoksul kalmak, sıtma, verem ya da taştan düşüp ölmek, köpek gibi sürünmek var! Şehirde okumak, adam olmak, adap erkân ve yol bilmek, memlekete yararlı bir insan olup, hizmet etmek var. Şimdi karar verin: Köye dönüp davar çobanı mı, yoksa buradan şehre varıp okumak mı istersiniz?”
Baba, ilkokul mezunu iki oğlunu dağın eteğinde bırakarak köye döndü.
İsmail ve İbrahim, Eğin yoluna düştü.
Gidiş o gidiş!
Yorucu bir yolculuğun ardından, Eğin’de yaşayan teyzeleri Ayşe Hanım’ın evine vardılar. Teyze, çocukları Kemaliye Eğin Ortaokuluna kaydettirdi. Yedikleri, ekmek ve peynirdi. Onu bulamadıklarında, avuç dolusu dut kurusu ve pestil.
Dağlılar saygılı, mahcup ve ürkek olur.
Eğinli çocuklar, ‘dağlı’ çocukları küçümser, aşağılardı.
İbrahim ve İsmail, 1962’de, Kemaliye Ortaokulundan mezun oldu.
İsmail, o yıl yeni açılan Tunceli İlköğretmen Okulu (Erkek Öğretmen Okulu) sınavını kazandı. Babası, İbrahim’i İstanbul’a, çalışmaya gönderdi.
Tunceli İlköğretmen Okulunda toplam 103 öğrenci öğrenim görüyordu. Öğrencilerin 3’ü kız, gerisi erkekti! Öğrencilerden 50’si yatılı, 53’ü ise gündüzlüydü.
Eğinli İsmail, paçaları düğmeli şalvarıyla, dağların kuşattığı kente gitti.
Öğrencilerin birçoğu, İsmail’den farksızdı. Büyük bölümü yoksul köylüydü. Okul inşaatı henüz tamamlanmamıştı. Öğretmen Okulunun, öğrencilerine sunduğu ilk yemek, etsiz kuru fasulye ve pilavdı. İsmail, yaşamında ilk kez masada, metal çatal kaşık kullanarak yemek yedi. Yapımı tamamlanmayan okulun suyu yoktu. Su ihtiyacı, Munzur’dan karşılanıyordu. Öğrenciler, kovalarla okula su taşıyordu.
İsmail’in, Munzur Çayı’yla tanışması böyle başlamıştı.
Pülümür Mezralı Ali Fırat, Zımaralı Dursun Kerim, Pülümürlü Hakkı Yılmaz, Nazımiye Ramazanlı Mehmet Yeniyol, Azap köylü Selahattin, Tosko Nuri, Dadaş Hasbi, Ahmet Şemsi, Moruk Veysi, Aşutkalı Yavuz Özer, okul arkadaşlarından bazılarıydı.
Giysiler yamalıydı, ayaklarda kara lastik.
Birkaç hafta içinde Elazığ Sümerbank’tan yün kumaş ve Beykoz ayakkabı alınmıştı.
Köylü çocuklar, yün kumaştan ceket ve pantolona, ütülü gömleğe kavuşmuştu.
Başlarında ay yıldızlı, mor şeritli şapkalar…
Tunceli İlköğretmen Okulu Müdürü Necip Güngör Kısaparmak’tı. Elazığ Madenli Okul Müdürü, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniydi, iyi keman çalardı. Oğlu Fatih Kısaparmak, okulun açıldığı yıl bir yaşındaydı.
İsmail, yüzmeyi Munzur’da öğrendi. Okuldan gizlice kaçar, yüksek bir kayanın üzerinden Munzur Çayı’nın mavi sularına dalardı.
Munzur’un kıyısında bir ev, toprak damlı. Çevresinde çitler, meşe dalından. Kavakların kuşattığı evde sıcak bir yürek saklı. İsmail’in gözü, çitle çevrili evin bahçesinde kendisine gizlice sallanan bir çift narin elde.
Hozatlı Ayşe’nin eli…
Hilesiz hurdasız sevginin habercisi.
Ayşe, lisede öğrenci.
Narin ellerden İsmail’e uzatılan ipek bir mendil, açık pembe.
Ah geldi yine yaz tatili. İsmail, Eğin yolcusu. Liseli Ayşe’nin gözyaşları Munzur’a karışır şimdi.
1965 yazı…
İsmail 18’inde bir delikanlı.
Elinde tahta bavul, içinde dut kurusu, ceviz içi, pestil, üst baş.
Gazocağı, kilim yatak bir de.
Konya Çumra yolcusu…
Kurukavak İlkokulunda 90 öğrenciyle bir başına.
Asar Dağı’nın ardında bir köy Kurukavak
İlk gün tören, Mevlit Güngör’ün elinde bayrak.
Millî Mücadele Gazisi Hacı Yusuf, esas duruşta, gözlerinden süzülen yaşlarla ıslanır ak sakalı. Hayvan çanından okul zili, sarı öküzden armağan. Ayşe Ersoy çalar, ilk zili.
Kurukavaklı Mustafa amca, yoksul köylü, bir sabah vakti köy çeşmesi için iş başında. Yuvarlanır koca bir kaya, Mustafa yıldızlara kavuşur.
İsmail Öğretmen, o sabah pencereden kendisine seslenen Mustafa amca için akıtır gözyaşlarını. Bir taş duvarın dibinde, yapayalnız.
İsmail, 1967’de veda eder Kurukavak’a. Bu kez Mardin Midyat’ta dilini bilmediği köy çocukları için gecesini gündüzüne katar. Midyat Gülveren (Bahvari) İlkokulu, eşkıya Havni ve arkadaşlarının ‘sığınağı’! Havni, öğrencileri sınıftan kovar, derslikte ‘istirahate’ çekilir. Hava soğuk mu soğuk. İsmail Öğretmen, Havni’yi ve yanındaki ‘mesai’ arkadaşını derslikten uzaklaştırır. Havni, siperde, öğretmenin yolunu gözler.
Köylüler, araya girer, öğretmen ölümden döner.
Bahvari, unutulmuş köylerimizden.
Doktoru, ebesi, sağlık ocağı yoktu.
Öğretmen, köyün doktoru, eczacısı, arzuhalcisiydi.
1969’da Bahvari köylüsü ve öğrencileriyle vedalaşır.
1969-1970 eğitim ve öğretim yılında İstanbul Şişli Anadolu İlkokulunda çalışır.
İsmail Öğretmen, 1970’te başladığı İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünden 1973’te mezun olur. Resim-İş öğretmeninin ilk görev yeri, Yalova Lisesi’dir. 1977-1978’de Balıkesir Ortaokulunda, 1978-1980 yıllarında Balıkesir Necatibey Enstitüsünde Resim-İş öğretmeni olarak görev yapar.
Gladyo’nun iktidarı ele geçirdiği 12 Eylül’de zor günler başlar.
Gladyo, Cumhuriyetin ışığını köylere taşıyan TÖB-DER üyesi İsmail Somuncu’yu hedef alır. 1981 yılında, Bursa Çınar Lisesinde gözaltına alınır, 51 gün süren ağır işkencelerden geçirilir. Kanlı çamaşırlarını savcıya ‘armağan’ eder. Okulundan sapasağlam alınan öğretmenin kanlı giysileri ‘dosya’ya konulur.
Savcı Yusuf Yanık, öğretmenden, işkencecilerin kimlik bilgilerini ister!
“Sana bunu yapanları tanıyorsan hemen söyle. Ben onları tutuklayıp mahkemeye sevk edeyim.”
Bir süre Kocaeli Seymen Kışlasında tutulan öğretmen, 3 yıl sürecek tutukluluk için Gölcük Askeri Tutukevine gönderilir. Tutukluluğunun son birkaç gününü İzmit Cezaevinde geçirir.
İçeriye para sokmak yasaktı. Küçük kızı, minik avucunda sakladığı 10 lirayı gizlice eline sıkıştırdığında şaşkınlığını gizleyemez. Koğuş aranırken ortaya çıkarılan ‘gizli servet’, müsadere edilir! Nöbetçi Astsubay, tutuklu babanın ricası üzerine, o 10 lirayı dosyadan çıkarıp geri verdiğinde dünyalar onun olur.
Tutukevinden çıkarken, özel eşyası ve kızından gelen bir mektup teslim edilir.
Elleri o sırada kelepçelidir.
Minik bir elin yazdığı mektubu ağzıyla açar, hemen orada okur:
“Babacığım, daha önce yazacaktım, üzülürsün diye o gün yazmadım. Anneme çok dedim, ama dinlemedi ve evlendi.”
Kızının satırları, içeride geçirdiği 3 yıldan daha ağır gelir.
Başı dik girdiği tutukevinden, katlanmış acıların ağır yükü altında çıkar.
TCK’nın ünlü 141-142. Maddelerine muhalefet ettiği gerekçesiyle meslekten uzaklaştırılmış, açlığa mahkûm edilmiştir. İstanbul Çemberlitaş Boyacı Ahmet Sokak’taki Nuri Bey Han’daki atölyede yaşama tutunur. Grafik, afiş, kitap kapağı ve iç resimleme vb. çalışmalarla yaşamını kazanmak için mücadele eder. Erzincan Kemaliyeli Fotoğraf Sanatçısı Yusuf Ziya Ademhan da aynı binada çalışmaktadır. Ünlü fotoğrafçının, bugüne kadar aydınlatılmayan kaybından sonra atölyesinin yağmalanmasına hayıflanır.
TCK’nın 141-142. Maddeleri kaldırıldıktan sonra 1992’de mesleğe geri döner. 1992-1997 yıllarında sırasıyla İstanbul Kartal Zekeriya Güçer, Yalova Sugören, Yalova Zübeyde Hanım İlköğretim Okullarında öğrencilerine emek verir.
1997’de emekliye ayrılır.
12 Eylül sonrası aranırken Yalova’da Çağdaş Kahvesine gitmiş, oyun masasındaki arkadaşına, arandığını söylemişti. Arkadaşı oralı olmamış, bir çay iç, demişti! Tutukluluğunun ardından aynı kahveye uğradı. Arkadaşı yine oyun başındaydı. 3 yıl tutuklu kalan arkadaşına kayıtsızdı. Kahvehane müdavimi, oyun masasından kalkmamış, kendisine çay ikramında bulunmak istemişti:
“Bir çay içseydin?”
Çaya zehir karışmıştı.
Sessiz sedasız ayrılır kahvehaneden.
Kendini resme ve yazıya adar.
Yalova’da ayakta zor kalan binanın giriş katındaki 12 metrekarelik atölyesinde, parayı pulu ayaklarının altına alarak ayağa kalkar. Kemaliye Harmankaya köyünün tarihçesi için yıllarca emek verir. Anılarını, Resim-İş öğretimiyle ilgili birikimini yazıya döker. Köyünün tarihçesini, Osmanlı tapu kayıtlarından da yararlanarak, kayıt altına alır.
Fırat’ın Beri Yanı Abrenk (Harmankaya) Köyü, Bir Yanım Okul Bahçesi/Bir Yanım Mahpus Damı, Yazım Yellere Yazılmış, Boynu Bükük Ceviz Dalı, Geçmişten Günümüze Abrenk (Harmankaya) Köyü Sülaleri adlı kitaplarıyla önemli bir birikimi ölümsüzleştirir. Yoğun emek ürünü Geçmişten Günümüze Abrenk (Harmankaya) Köyü Sülaleri ve Okullarda Resim Eğitimi adlı çalışmaları yayımlanmayı bekliyor.
İsmail Somuncu, Türkiye’nin aydınlık birikimine ev sahipliği yapan Kemaliye’nin zor koşullarında yetişti. Geçit vermeyen kayaları kol gücüyle delen Eğinlilerin torunu. Abrenk’in zorluklarıyla dövüşerek büyüdü. Yokluk ve zorlukların insanı eğiten o müthiş gücünü çocuk yaşta keşfetmişti.
Yaz mevsimlerini Kemaliye Abrenk’teki baba ocağında geçiriyor. Köyünde marmelat, pestil yapıyor.
Eğin’in her metrekaresinde onun ayak izleri var.
Memleketinin yaylalarına, erişilmez kanyonlarına, akarsularına, yaban hayvanlarına âşık.
Ülkesinin kültürel mirasından besleniyor.
O, kirli sistemin insanı çürütme sürecine fırçası ve kalemiyle direnen sanatçılarımızdan.
Parayla pulla işi olmayan, yetenek ve birikimlerini ülkesinin aydınlık geleceği için değerlendiren aydınlarımızdan.
Öğrenciliği sırasında keser sapıyla yediği feci dayak, Gladyo tezgâhında uğradığı insanlık dışı uygulamalar, ülkesinin aydınlık geleceğine olan inancını sarsmadı.
Cumhuriyetin ışığıyla aydınlanan yoksul köylü çocuğuydu. O ışığı, ülkesinin unutulmuş köylerine yaymak için çaba gösterdi.
Doğup büyüdüğü coğrafyaya hep bağlı kaldı.
Yangınlarla boğuşan bir kuşağın ayakta kalmayı başaran temsilcilerinden.
Dört yıl köylerde, bir yıl da İstanbul Şişli’de olmak üzere beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. En çok ilkokul öğretmenliğini sevdi. Ona göre, hiçbir şey ilkokul öğretmenliği kadar güzel değildi.
Aklı ve yüreği, görev yaptığı köylerde, köy çocuklarında ve Munzur’da kaldı.
Munzur, onun çocukluk aşkıydı.
Eğinli çocuğun yüreğinden süzülen damlalar Munzur’a akıyor şimdi.
Munzur’un kıyısında, kavakların kuşattığı evin penceresinden yarım kalmış bir sevdanın yürek burkan ezgisi yayılıyor:
Eğin dedikleri küçük bir şehir
Ana ben cahilim çekemem kahır
Yediğim içtiğim ağuyla zehir
Ya ben ağlamayım kimler ağlasın
Şu garip gönlümü kimler eğlesin