Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Geyve’ye ulaştığında şaşkındır. Olanı biteni anlamaya çalışır. Bir sabah erkenden uyandırılmış, Erzincan’a doğru yola çıkarılmışlardır. Yaşamının ‘ilk’leri o sabah başlamıştır. Pülümür Mezra köyünden başka bir yeri ne görmüş ne de tanımıştır. Erzincan yoluna düştüklerinde karşılaştığı hemen her yeri ilk kez görmektedir. Erzincan’da trene niçin bindirildiğini anlaması için birkaç yılın daha geçmesi gerekecektir. Doğum tarihi kayıtlara 1933 olarak geçmiştir. Gerçekte 1931 doğumludur. Trenle yedi yaşındayken tanışır.
Onu Erzincan (Altınbaşak)’dan Geyve’ye götüren o tren, yakasından düşmeyen, belleğinden silinmeyen acı bir anı olarak kalır.
Divriği Tren İstasyonunda trene yakıt (kömür) ikmali yapılır. Susamışlardır. Su içmek için inerler. Divrikliler, yük vagonundan inen yolcuların acı öyküsünden haberdardır. Onlara yakın ilgi gösterirler. Yolcularla yakından ilgilenenlerden biri de orta yaşlı bir Divriklidir. O sırada toprak damlı evinin üzerindedir. Palabıyık Divrikli, yedi yaşındaki Musa’nın avucuna para sıkıştırır. İlkokul çağındaki çocuk, yumruğu sıkılı hâlde, babasının yanına koşar. Sımsıkı kavradığı iki gümüş mecidiyeyi babasına verir.
İki gümüş mecidiye, o zaman iyi para sayılır.
Divriği’den bir de taş alırlar yük vagonuna. İzinsiz! Yük vagonunda tuvalet yoktur. Trenin tabanı taşla delinir, araya perde çekilir.
Yük vagonu, tuvalete kavuşur!
Nerede bir tren görse, aklına hep o uzun ve yorucu yolculuk gelir. Tren açlık, uykusuzluk, yorgunluk, suya hasret kalmaktır. Günlerce yıkanamamaktır tren. Bir vagona iki vagon dolusu insan sığdırmaktır. Yükü insan değil, sanki eşyadır trenin.
Yük vagonlarında eşyaya gösterilen özen insanlardan esirgenmiştir.
Çar’ın askerlerini püskürten köylülerin çocukları, doğup büyüdükleri topraklardan koparılmaktadır. Rus işgal güçlerini yenilgiye uğratanlar, yerinden yurdundan edilmektedir.
Gökçekonak (Tasniye)’ta, kadınlı erkekli yan yana dizilirler. Emir beklenir. Emir geldiğinde, sorumlusu olmadıkları bir sürece kurban edileceklerdir. O emir gelmez.
Kurtulurlar!
Musa Fırat, yedi yaşındayken bunları düşünecek durumda değildi. Geyve’de trenden acaba nasıl inmişti? Eli, annesi Beser’in elinde miydi? Babası Mehmet’in de elinden tutmuş olabilir. Başını, annesinin göğsüne mi yaslamıştı yoksa? Belki… Bilinen bir şey varsa o da endişeli olduğudur. Geyve Boğazı’ndan esen rüzgârla nefes alan Fırat ailesi, kalabalıktır. Baba Mehmet Fırat, çocukları Baki, Ali, Kamer (Ahmet), Hüseyin, Hıdır, Musa ve Mustafa’yla Geyve Garına adım attığında yüzyılın yorgunudur. Dokuz nüfuslu aileyi nasıl geçindirecektir? Mezra köyünden yanlarına hiçbir şey alamamışlardır. Geride bıraktıkları köyden gökyüzüne yükselen dumanla tüm varlığını yitirmişlerdir. Pülümür Çayı’nın doğusundaki köylüler, Mezra’dan yayılan dumanı gözü yaşlı seyreder.
Geyve’de kağnıya bindirilirler. Eşme köyüne götürülürler. Eşme’de, Ermenilerden kalma iki katlı bir eve yerleştirilirler. Eşmeliler, köye yerleştirilen Fırat ailesini iyi karşılar. Yemeklerini paylaşırlar. Eşme’den sonra Pamukova’nın Ağlar köyüne, ardından Mekece’ye yerleşirler. Mekece’de toplu aile fotoğrafı çektirilir. Baba Mehmet Fırat, fotoğrafı alır, Ankara yoluna düşer. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu yıllar… Bir yolunu bulur İnönü’yle görüşür.
Aile fotoğrafını İnönü’ye verir:
“Bunlar devletin çocukları… Devlet çocuklarına baksın!”
Cumhurbaşkanı, Pülümürlü yoksul köylünün anlattıklarını not alır. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra devlet Fırat ailesine destek olur. Aileye Mekece’de bir ev, bir ağıl, iki tarla, iki öküz, kağnı, karasaban, bir de üzüm bağı verilir. Aradan yaklaşık seksen yıl geçse de o iki öküzün adını unutmaz:
Karagöz ve Ceylan…
Mekece’de aileye uzanan devlet eli, yaşamlarını kolaylaştırır. Köyde keçi beslemeye başlarlar. Zaman zaman rahatsız edici müdahalelerle karşı karşıya kalırlar. ‘Kuyruklu Kürt’ suçlaması, ibadet ve giyimle ilgili aşağılayıcı tutum ve davranışlarla karşılaşırlar. Mehmet Fırat, ‘kuyruklu’ olmadıklarını kanıtlamak için küçük oğlu Mustafa’yı köyün ortasında soyarak isyan eder:
“Hani kuyruk?”
Mustafa’nın kuyruğu yoktur!
Mekece’nin, beş yüz tiftik keçisi besleyen İbrahim Ağa’sı vardır. “Türk ordusunu bir ay beslerim!” diyen Ağa’nın, Sakarya Nehri’nin kıyısındaki tarlalarında kavun-karpuz yetiştirilmektedir. Ağa, köyün tek bakkalının da sahibidir. Bakkalda İbrahim Ağa’nın oğlu Mehmet çalışmaktadır. İşçilere atla yemek götüren Ağa’nın küçük oğlu İbrahim, ağabeyine, “Kürt Mehmet’in davarları tarlamıza giriyor!” şikâyetinde bulunur. Keçileri tarlaya Musa’nın soktuğu düşünülür. Oysa Musa olup bitenlerden habersizdir. Hayvanları, kardeşi Mustafa otlatmıştır. Akşamüzeri, köy bekçisi, Musa’ya seslenir. Bakkal Mehmet, Musa’yı bakkalda beklemektedir. Musa, sevinir… Bakkal, çocukları güreştirecek, kazananı şekerle ödüllendirecektir. Bakkala girer girmez kapı kapatılır. İçeride bakkal, bekçi ve Musa’dan başka kimse bulunmamaktadır. Musa, bakkalda sorguya çekilir:
-Keçileri tarlaya niçin soktun?
-Sokmadım!
-Soktun! Seni yakarım!
-Yak o zaman!
Aklına bile getirmez yakılacağını. Pantolonu zorla çıkarılır. Çıplak bacaklarına ispirto dökülür. Kibritin çakılmasıyla kapının zorlanması bir olur. Ağabeyi Hüseyin, kardeşinin, bekçi tarafından bakkala götürüldüğünü öğrenince şüphelenmiş, hemen bakkala koşmuştur. Kibrit çakılmış, Musa’nın bacakları alev almıştır. Hüseyin, yangını ceketiyle söndürür. Tezgâhtaki bıçağı eline geçiren Hüseyin, bakkal Mehmet’in üzerine yürür. Bakkal, kahvehaneye sığınır ve yardım ister. Kahvehane de İbrahim Ağa’nındır. Kahvehanenin kapısı arkadan kilitlenir. Musa’nın alev alan bacakları balon gibi olmuştur. Aile, şikâyetçi olur. İbrahim Ağa, Fırat ailesini ziyaret ederek özür diler.
Olay böylece kapanır.
Sakarya Nehri, Pülümürlü Musa’nın anılarında geniş yer tutar. Yüzmeyi Sakarya Nehri’nde öğrenmiştir. Nehirden karşıya geçmek için kullanılan teleferik çocuklar için heyecan vericidir. Yüzme öğrendiği Sakarya Nehri’nde teleferik görevlisi şekerleme yaparken yerinde duramaz. Teleferiği izinsiz kullanmak ister. O arada görevli uyanır ve meraklı çocuğa birkaç tokat atar! Bir gün teleferikçinin Pamukova’ya gideceği haberini alırlar. Teleferikçi, Pamukova’daki panayıra gitmek için Mekece’den geçmek zorundadır. Mekece’de teleferikçinin yolunu gözlerler. Ağabeyi, köyden geçen görevlinin yolunu keser ve dayaktan geçirir.
Teleferik vakası, panayır yolundaki dayakla kapanır.
Sakarya’da, aralarına yeni katılan Emine’yle ailenin sevinci büyür. Fırat ailesinden, Hıdır dışında, hiç kimse okula gitmez/gidemez! Fırat kardeşler, okuma yazmayı askerde öğrenir.
Fırat ailesinin Sakarya öyküsü 1948 yılında sona erer. Pülümürlü Musa, ailesiyle birlikte memleketine döner.
1950 yılında köylüsü Keziban Hanım’la evlenir. Evlendikten sonra Aydın’a gider. Koçarlı’da pamuk balyalarında çalışır. Her bir balya ortalama 250 kilodur. 1953 yılında askere gider. Askerlikte ilk görev yeri Kütahya, ikincisi ise Balıkesir olur. Komutanı, İstanbul DSİ’de çalışması için eline bir mektup verir. Cebinde mektup bir süre dolaşır. Süleyman Demirel, DSİ Genel Müdürü’dür. Mektup işe yarar ve kurumda depocu olarak işe başlar. Bir süre sonra DSİ’den ayrılır. 1955 yılında, Tunceli-Pülümür kara yolu yapımında çalışır. Geçit vermeyen Pülümür Vadisi’ndeki yol yapım çalışmaları kazma kürekle bin bir güçlükle yürütülür. Aynı tarihte, Karadenizli ustalar yol kenarında taş duvar örmektedir. O taş duvarların çoğunun günümüze kadar ayakta kaldığını öğrendiğinde gözlerinin içi güler.
Musa Fırat, şimdi 88 yaşında! Yaşadıklarını anlatırken sakalını arada bir sıvazlıyor. Onu en çok üzen olayları anlatırken bile gülümsüyor. Geçmişte yaşadıklarından/yaşatılanlardan dolayı kimseye kin ve nefret duymuyor. Sakarya’nın Eşme, Ağlar ve Mekece köylerinde mecbur bırakıldığı çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlatırken hüzünleniyor. Pülümür Mezra köyüne kasetçaları (teyp) ilk getiren kişi olarak tanınıyor.
Yörenin yakışıklı zurnacısı olarak ünlenmiştir. Köylüsü Ali Canpolat davulcu, o da zurnacıdır. İki arkadaş düğünden düğüne koşar. Çoğu yokuş, köy yollarında soluğu kesilmeden çaldığı zurnayla genç kızların gönlünü fethetmiştir.
Baba ocağı Mezra köyüne 1948 yılında döndüğünde 17 yaşındaydı. Köyde oturulabilecek bir ev bile yoktu. Yokluk ve zorluklarla mücadeleyle geçti ömrü. 1958’de İstanbul’a yerleşti. İstanbul’dan sonra Avusturya’ya gitti. Avusturya’da işçi olarak çalıştı. İki kız ve bir erkek çocuk babasıydı. Birkaç yıl önce oğlu Mehmet’in acı kaybıyla sarsıldı.
Pülümür Mezra köyünün yakışıklı zurnacısı Musa Fırat, emekli olduktan sonra köyünde tek katlı bir ev yaptırdı. 91 yaşındaki eşi Keziban Hanım’la birlikte kalan ömrünü köyde geçiriyor. Yaz mevsiminin tamamını köyde geçiren Fırat çifti, birbirine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor. Onlarla sohbet ederken birkaç dakikalığına balkona çıkıyorum. Balkondan Gavrag (Kulik)’a bakıyorum. Pülümürlü Musa canını kurtarmak için yük vagonuna bindirildiğinde Keziban on yaşındaydı. Kulik’e sığınmışlardı. Keziban, Mezra köyünde, beş ya da altı yaşındayken su içmek ister. Annesi, kazana su doldurmuş, ocağın üzerine koymuştur. Kazandaki su henüz soğuktur. Kazandan bir kap su almak için ocağın başına gittiğinde elbisesi tutuşmuş, alevler içinde kalmıştır.
Alevler, küçük kız çocuğuna bir bardak suyu haram etmiştir.
Yük vagonundaki köylüler de bir bardak suya hasret kalmıştır.
Bugün 18 Ağustos… Hava sıcak mı sıcak… Dudaklarım bir damla suya hasret. Atmış dört yaşındaki Mezra Sadık Çeşmesi’nin boğazı kurumuş. Masada sürahi dolusu suya kayıyor gözlerim.
İçmiyorum!
Bugün kendime su içmeyi yasaklıyorum.
Mezra’dan havalanan güvercinler Gavrag’a yöneliyor. Bir güvercin kanadından kopan tüy armut, ceviz, alıç ve meşe ağaçlarını yalayarak sürükleniyor. Koşuyorum… Rüzgâra kapılan tüyü yakalıyorum. Kuş tüyü yaraları iyileştirmek için kullanılırmış bir zamanlar.
Güvercin armağanı tüyü yaralı yürekler için saklıyorum…
(Yalova, 23 Aralık 2019)