Pülümür Kırmızıköprü, Marksist grupların önemli ‘staj’ merkezlerindendi. Siyasal ayrışmaların çatışmaya dönüştüğü yılların mühimmatı Fruko, Yedigün, Tekel Yeni Rakı, Efes ya da Tuborg şişeleriydi. Kahvehanelerde kasalar dolusu tüketilen biradan miras şişeler, kavganın sıfır maliyetli silahıydı.
Kahvehaneler, sınıfsız toplum mücadelesinin karargâhıydı. Yan yana dizilen masalarda karşılıklı oturan rakip grupların tartıştığı konulardan biri de, Çin kaynaklı, Üç Dünya Teorisi’ydi.
Teoriyi üreten Çin lideri, doğaya karışalı yıllar olmuştu.
|
Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mao Zedung’un Üç Dünya Teorisi, Kırmızıköprü’de hararetli tartışmalara yol açıyordu. Teoriyi savunanlar, günlük gazeteleri, ciltlenmiş haftalık dergileri, Lenin’i ve teksirle çoğaltılan bildirileri kaynak gösteriyordu.
Teoriye sert eleştiri yöneltenler de vardı. Esin kaynağı Arnavutluk olan grup, teoriye ateş püskürüyordu. Onlar da haftalık gazete-dergi yayımlıyorlardı. Teoriyi ‘sağ-oportünist’ olarak nitelendiriyorlardı. Sayıları azdı, çevre illerden dayanışmaya gelen ‘hoca’lar, üç beş gün sonra dönüyordu.
Teoriyi savunanlar, sayısal ve ideolojik üstünlüğe sahipti.
Onlara göre teori doğruydu! Başkan Mao haklıydı! Mao’nun teorisine karşı çıkanlar, revizyonistti!
Bu tür tartışmaların bir kısmı kavgayla sonuçlanırdı. Enver Hoca’nın yüzü suyu hürmetine yenen dayağın acısı çabuk unutulurdu. Sınıf iktidarı uğruna uçuşan sandalyeleri ve kırık şişeleri toplama görevi, kahvehane emekçilerine düşerdi.
İşçi sınıfı, iktidarı uğruna yürütülen mücadelede ‘bedel’ ödemeye âdeta mahkûm edilmişti.
Kırmızıköprü’de keskin ayrışmalardan nasibini almayan yoktu. Öfkeli devrimciler, tek mal varlığı, Almancıların hediyesi fötr şapka olan ‘ağa’lara karşı kararlı mücadele yürütüyor, ‘patron ağa devleti’nin Kırmızıköprü’deki temsilcilerini ‘kara liste’ye alıyordu.
Lenger fötr şapka düşmanlığı almış başını gidiyordu.
Cebinde üç kuruşu olmayan ‘ağa’lar ölümle burun burunaydı.
İşçi sınıfının müttefiki köylüler namlunun ucundaydı.
O yıllarda kasabaya komşu köyde toprak damlı evin bekçiliğini yapan Çoban, siyasal kutuplaşmalardan habersiz, Kırmızıköprü yoluna düşmüştü. Köyün en güçlü köpeklerindendi. Kırmızıköprü’ye nasıl ve kimle gittiğini hatırlayan yoktu. Kırmızıköprü Ortaokulunda okuyan bir öğrencinin peşine mi takılıp gitmişti, yoksa can sıkıntısını gidermek için mi köyden ayrılmıştı?
Bilinmiyordu.
Çoban, Kırmızıköprü’de kara yolunun altındaki söğüt ya da kavak ağaçlarına bağlanmış onlarca katırın yanından geçmiş, çevreyi dikkatle süzmüştü. Katırlar, boyunlarına asılı torbalara kafalarını gömmüş, arpa ve saman karışımından oluşan öğle yemeklerini yiyordu.
Kırmızıköprü, köylerle karşılaştırılamayacak kadar canlıydı. Bakkallar, kahvehaneler, oteller ve lokantalar cıvıl cıvıldı. Kahvehanelerin oyun masalarında yorgun düşen köylülerden evinin yolunu unutanlara rastlanıyordu.
Kara yolu hareketliydi. Arada bir kamyon, otomobil ve otobüs geçiyordu. Yoldaki hareketliliğin asıl nedeni, yoğun insan trafiğiydi. Kartal tokalı geniş kemerleri ve İspanyol paça pantolonlarıyla yolda volta atan gençler, çevre köylerden sabah erken saatlerde kasabaya geliyor, akşam saatlerinde dönüyordu. Kahvehanelerde sempatizanlara eğitim veren teorisyenler uzun saçlı ve pos bıyıklıydı. Favorileri, kulak memelerinin hizasındaydı.
Çoban’ın, Kırmızıköprü’ye alışması uzun sürmedi.
Kasabanın toplumsal yaşamına siyasal ayrışmalar damga vurmuştu. Ayrışmanın belirgin özelliklerinden biri de üniformaya bakış açısıydı. Bazı gruplar üniformaya ılımlı yaklaşırken, bazıları sert tavırlarıyla dikkat çekiyordu. Keskin söylemleriyle dikkat çeken gruplar, üniformaya karşı ‘birleşik cephe’ oluşturmuşlardı.
Saatlerce süren propagandalara bakılırsa, üniformalılar, faşist sisteme bekçilik yapıyordu.
1977 Mayıs’ında Tunceli kara yolundan geçmesi beklenen bir siyasetçinin can güvenliğiyle ilgili kaygılar, kent bürokrasisinin ve kolluk güçlerinin sinirlerini germişti. Tunceli’yi, Başbakan Süleyman Demirel zamanında atanan Ardahanlı Vali Kemal Bozbay yönetiyordu. Tunceli Valisi (1975-1978) Kemal Bozbay (1931-2020), Tunceli üzerinden Elazığ’a geçmesi beklenen MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in (1917-1997) güvenliğinin sağlanması konusunda son talimatlarını vermişti.
20 Mayıs 1977 Cuma günü Erzurum’dan yola çıkan konvoy Elazığ’a doğru yol alıyordu. Üzerindeki parti bayrağı kapatılmış siyah Buick’in protokol koltuğunda Alparslan Türkeş oturuyordu. 60 yaşındaki siyasetçinin yer aldığı konvoy, Pülümür’den geçerken özellikle yerleşim birimlerinde yoğun güvenlik önlemleri alınmıştı. Marksist grupların hedef aldığı lider, çoğu komando, yan yana dizilen askerler tarafından korunuyordu.
Sırtı Pülümür-Tunceli kara yoluna dönük mavi bereli yaklaşık 20 komando, Kırmızıköprü’de güvenlik önlemi almıştı. Yüzünü çarşıya dönen komandolar, Kırmızıköprü Ortaokulu, Halk Restoran (Mustafa Fırat), Yaman Ticaret (Ahmet Yaman) ve Dursun Ateş’in bakkalına kadar olan bölgede aralıklarla yan yana dizilmişti.
Kırmızıköprü’de faaliyet yürüten gruplar, siyah Buick’teki yolcuyu karşılamaya hazırlanıyordu. Yağlı boya ve fırçayla tünellerin yolunu tutanlardan bazıları tepkisini duvar yazılarıyla dile getirmişti. Tünel yazılarının baskın rengi, kırmızıydı. Amerika ve Rusya karşıtı yazıların bir kısmında mavi boya tercih edilmişti.
Konvoydaki siyasetçiyi duvar yazılarıyla protesto edemeyenler, maliyeti düşük, ama etkisi büyük eyleme hazırlanıyordu. Bunun için bir karton ve kalem yeterliydi. Yazısı düzgün bir genç kalemini eline almış, tarihî eylem için yapılan değerlendirmeleri dikkatle dinliyordu. Sorumlu, gence ifadeyi dikte ettirirken, önemli bir görevi yerine getirdiğini düşünüyordu.
İfade kısa ve özdü:
“Hoş geldin, Alparslan!”
Karton levha, Çoban’ın boynuna asılmıştı. Kasabanın sevilen köpeğinin boynunda taşıdığı levha, esnafın müdahalesi üzerine kaldırılmıştı. Bölgede görev yapan ‘haber elemanları’nın, protestodan zamanında haberdar olmadıkları düşünülüyordu. Farklı düşünenlere göre, ‘zararsız’ eyleme göz yumulmuştu.
Konvoy Kırmızıköprü’den sorunsuz geçmiş, eylem olaysız sona ermişti.
Çoban’ın ilk eylem deneyimi de böylece sonuçlanmış oluyordu.
Çoban, eylemden sonra üniformalılara düşman olmuştu. Bunun nedeni kesin olarak bilinmiyordu. Kasabalılara dokunmayan köpek, üniformalı gördüğünde çıldırıyordu.
Kırmızıköprü’nün siyasal çalkantıları, Çoban’ı da etkilemişti. Çoban, yaş ortalaması 20’yi geçmeyen Marksist gençlerin etkisi altında kalmıştı. O tarihlerde Marksizm dışında herhangi bir öğreti, hainlikle, ajanlıkla, halk düşmanlığıyla bir tutuluyordu.
Kasabayı ziyaret eden bir milletvekilinin başına gelenler, topyekûn sınıf mücadelesinin eylem yelpazesinin genişliğine işaret ediyordu.
Çoban’ın ilk eyleminden bir süre sonra, AP’den Tunceli Milletvekilliği yapmış Hukuk Doktoru K., Kırmızıköprü’ye gelmişti. Yargı ve bürokrasi deneyimine sahipti. Pülümür kökenliydi. Köylülerle çay içiyor, sohbet ediyordu.
Çoban, kuyruğuna bağlı Vita tenekesiyle ortalıkta göründüğünde herkes şaşırmıştı. Tenekeye, “K. …, hoş geldin!” yazısı yapıştırılmıştı. Teneke ses çıkardıkça köpek hareketleniyor, kahvehanede sohbet eden misafir ve köylülerin gözü tenekeye kayıyordu.
Milletvekili sesini çıkarmamış, ‘protesto’yu görmezlikten gelmişti.
Çoban’ın eylem hanesine yazılan bu ikinci olay da son olmayacaktı.
Sıcak bir yaz günü kara yolunda iki kişi yürüyordu. Yürüyenlerden biri öğretmen, diğeri astsubaydı. Öğretmen, 30 yaşındaydı. 20’li yaşlardaki astsubay, peşine düşen şüpheliden habersizdi.
Çoban, öğretmenin sağındaki jandarma astsubaya sessizce yaklaşmış, sağ baldırını parçalamıştı! Yaralı astsubay, yoldan geçen bir kamyonla Pülümür’e gönderilmişti.
Son olay, Çoban’ın ölüm fermanı olmuştu.
Kasabada üniformalılara saldıran bir hayvana göz yumulamazdı.
Tehlikeyi sezen Çoban, iş yerlerinin yan yana dizildiği çarşıyı terk etmiş, kırmızı kayalıkların olduğu bölgeye sığınmıştı. Art arda silahlar patlıyor, kayalıklardan, mermiler sekiyordu.
Acaba Çoban’a kaç mermi isabet etmişti?
Kasabaya sessizlik çökmüştü. İnce belli çay bardağında Erzurum şekerini karıştıranların, metal domino taşlarını masaya sevinçle yapıştıranların, Efes ya da Tuborg yudumlayanların, çay niyetine kırmızı şarap içenlerin kulağı Çoban’dan gelecek haberdeydi.
Çoban’dan birkaç gün haber alınamadı. Leşle beslenen yırtıcı kuşların ortalıkta görünmemesi, köpeğin ölmediğini düşündürüyordu.
Haftanın gündemi, Çoban’dı. Kasaba, kendisinden haber alınamayan köpeği konuşuyordu. Hayvanın kurtulmasının mümkün olmadığını düşünenler çoğunluktaydı. Zavallı köpek nerede ve nasıl ölmüştü? Kaç kurşun yemişti? Olayın en azından bir bildiriyle protesto edilmesi bekleniyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti…. Ürkek bakışlarıyla çevreyi süzen Çoban ortaya çıktı. Topallıyordu. Bacağından hafif yara almış, ölümden kurtulmayı başarmıştı. Yara tez zamanda kapandı.
Köpek, olağan yaşamına geri dönmüştü.
Kasabada yaşamını sürdüren başka köpekler de vardı. Bunların çoğu, çevre köylerden geliyor, bir daha dönmüyordu. O yıl kuduz vakalarında görülen artış, tedirginlik yaratmıştı. Yetkililer, teyakkuz hâlindeydi. Vakaları önlemenin yolu, ‘itlaf’tan geçiyordu. İtlafta görev alacak kişiler belirlenmiş, yevmiyeler için ödenek ayrılmıştı.
Çift ya da tek namlulu kırmalar yağlanmış, çapraz fişekliklere dom dom mermileri yerleştirilmişti. Kasabayı ve köyleri köpeklerden arındırma işi açıktan yapılıyordu. Herkesin gözü önünde hayvanlara ateş ediliyordu. Yaşlılar, gençler ve çocuklar dom dom yarasıyla yere yığılan hayvanları seyrediyordu.
Katliam, kasabaya yakın köylere de sıçramıştı. Birer birer yere seriliyordu, köpekler… Namluya sürülen mermi patlatıldıktan sonra bir çığlık kopuyor, kurşun yarasından kan sıçrıyordu.
Çoban, suikast girişimlerinden yara almadan kurtuluyordu. Çalı süpürgelerine karışarak, sık sık yer değiştirerek, kayalıklarda saklanarak izini kaybettiriyordu.
‘Avcı’ sabırsızlanıyordu. Katledilen hayvanlar için kasabaya beş yüz metre mesafede kuyu kazılmıştı. Yetkililer, öldürülen köpekleri tamamen zararsız hâle getirmek için söndürülmemiş kireç tedarik etmişti. İşin bir an önce tamamlanması gerekiyordu.
Bu arada kasabada yürütülen sınıf mücadelesi keskinleşiyordu. Rakip örgütlere sızan ‘ajan’lar, casus uçaklar, iş birlikçiler, karşı devrimci yayınlar vb. hemen her konuda düşünce üretiliyordu.
Çok önemli sorunlara kafa yoran gruplar, köpek kıyımını tartışacak zaman bulamıyordu.
İkindi vaktiydi. ‘Avcı’, elde kırma, Çoban’ın peşine düşmüştü. Kaçan Çoban, tarihî değirmenlerin karşısındaki binada sıkıştırılmıştı. Patlayan mermi yenisiyle değiştirilmiş, tetiğe yeniden basılmıştı. Oyun bilyesi çapındaki kurşunlar, köpeğin bedenini delik deşik etmişti. Binanın duvarlarına kan sıçramıştı. Yaralı bedenden süzülen kan, binayı kırmızıya boyamıştı.
Çoban, son nefesini verirken, ‘avcı’ sigarasını yakmıştı.
Kahvehane tıklım tıklımdı. İki grup arasında sert tartışmalar yaşanıyordu. Kasketli grup sorumlusu, sigara paketine önderinin resmini çiziyor, karşıt grubu ‘ihanet’le suçluyordu.
Kasabada yok edilen hayvanlar sürüklenerek kuyuya atıldı. Her birinin üzerine sönmemiş kireç döküldü. Üst üste atılan köpeklerin üstü toprakla örtüldü. Kara yolu kenarındaki kuyunun tümseği zamanla kayboldu. ‘Toplu mezar’ doğaya karıştı. Mezarın çevresinde meşe fidanları, akasyalar ve kuşburunları boy verdi.
Yarım yüzyıl önce atıldıkları kuyuda unutuldular.
(Körfez, 8 Aralık 2022)