Yazmaya ne zaman başladığımı merak etmiş midir, bilemiyorum. Kimden söz ettiğimi bilenler bilir. Kendisinden söz edilen de biliyordur. Geçen hafta beni yanına çağıran şımarık adam, elini cebimdeki kaleme uzatarak almaya çalıştı. Şaşırdım. Ceketimin iç cebindeki kaleme uzanmasının, efendisinin telefon buyruğundan kaynaklandığını sonradan öğrendim. Öğrendiğim kadarıyla, efendisi kendisini aramış ve nasıl olur da cebimde kalemle dolaşabildiğimi sormuş!
-Kazmaya bile sap olamayacak bir adamsın, ama seni koca kurumun başına atadık. Niye, düşündün mü hiç? Kurum personeli resim yapıyor, yazı yazıyor, sinemaya gidiyor, sahilde çay kahve içiyor… Peki sen ne yapıyorsun, bedava yemekle göbek şişiriyorsun! Hakkındaki yolsuzluk dosyaları çekmecemde duruyor. Sana vereceğim listedeki görevlileri derhal cezalandır, yoksa dosyaları işleme koyarım! Anladın mı?
-Emredersiniz, efendim. Adını verdiğiniz kişilerle ilgili derhal işlem başlatacağım. Onlar bu tür işlere nasıl cüret edebilir. Şimdi başkana isimleri veriyorum, efendim. Müjdeli haberi en kısa sürede size arz edeceğim, efendim.
Bu konuşmanın, başarısız olduğu için atıldığı okulun adına öz geçmişinde yer vererek ‘prim’ yapmaya çalışan Niteliksiz İşler Müdürü Hilmi Filyutan’la ‘patronu’ arasında geçtiğine tanık olan bir yardımcısından duymasaydım, adamın cebimdeki kaleme niçin uzandığını öğrenemeyecektim. Patronundan fırçayı yer yemez, yanı başındaki memuru çağırarak listeyi uzatır:
-Bunların icabına bakın! Uygun adamlarla yürütün işlerinizi. İtiraz istemiyorum! Kanun manun yok!
Listede isimler alt alta sıralanmış. İlk sırada, alfabetik sıraya aykırı olsa da, ismimin yer alması, benim için sürpriz olmamıştır.
Hilmi Bey’in ne iş yaptığını merak edenler, onun eline tutuşturulan listelere onay vermekten başka bir işe yaramadığını artık öğrenmiş olmalı. Sadece imza atar! Başkalarının önüne koyduğu listeleri imzalamaktan başka bir marifeti yoktur. Bu iş için nefes almak yeterli sayılmaktadır. Sistem, soluk alıp veren etkisiz elemanlarına lüzumsuz bir kaşe muamelesi yapmaktadır. Mürekkep kuruduğunda yeni bir kaşe sipariş edilir. Oturtulduğu koltuk ona ait değil. Telefondan güdülmektedir. Haksızlık ve kanunsuzluklarla canına okunan insanların bedduasını almıştır. O, sistemin kirleterek esir aldığı bir hasta olarak tanımlanabilir. Namuslu bir insanın kabul edemeyeceği kirli işlere alet olması, ancak bu çerçevede açıklanabilir.
Tedavisi olmayan bir hastalıktır söz konusu olan. Bir tür diyaliz hastası denebilir. O, telefon fişiyle sistemin diyaliz makinesine bağlanmıştır. Dosyalar kabardığında efendileri tarafından diyalize bağlanarak siyasi ömrüne birkaç gün ilave edilmektedir. Daha doğrusu, raf ömrünü tamamlayan ürünün üzerindeki etiketle oynanmaktadır. Varlığı telefon ve diyaliz fişine bağlı bir mevtadır. Bütün kirli işler ona ihale edilmiştir. Rantçılar, tarikatçılar, yiyiciler, kısaca, bilcümle belalılar işlerini ona gördürür. İhale yolsuzluğu, usulsüzlük, kanunsuzluk, suçu ve suçluyu koruma vb. pis işlerin kiri pası üzerine sinmiştir.
Kokmaktadır…
Temiz ve vicdanlı insanların yanına yaklaşamayacağı pis bir koku yaymaktadır. Fabrika bacalarından çevreye yayılan kokuyla kıyaslanamayacak bir kokudur bu. Fabrika, üretim demektir. Fabrikaların, işçi semtlerinin bacalarından yayılan duman ve koku, üretimin habercisidir. Hilmi Filyutan, fabrikaların gözden çıkarıldığı bir sistemin çürüyen bedeninden yayılan kokunun markasıdır.
O, altına koltuk sürülen kokarcadır.
Bu koku, aynı zamanda, kirletilerek kanser edilen insanımızın acı dolu öyküsüdür.
Kuralsızlığın, görgüsüzlüğün, kanunsuzluğun, soygunun tavan yaptığı, memleketin tarumar edildiği bir iklimde boy vermiştir. Tohum, toprak ve suyla buluştuğunda sürgün verir. Hilmi Filyutan, Devlet adabı ve erkânının geride kaldığı bir çağın mahlûkatıdır.
Kendi görüşü ve duruşu yoktur. Dilinden dökülen sözcükler, başkalarına aittir. Kendine özgü bir düşüncesi, toplumun önüne koyabileceği bir çözümü bulunmamaktadır. Ekrana yansıyan talimatlar, telefondan iletilen emirler, karanlık odaklardan verilen buyruklarla hareket eder. Ona yaptırılamayacak bir iş var mı, diye boşuna kafa yormaya değmez. Yoktur! Kumandası başka ellerdedir. Sistem, suça bulaştırdığı elemanlarına bazen ‘taltif’te kusur etmez. Hilmi Filyutan’ın payına düşen otellerde bedava konaklama, ‘beleş’ yolculuk, ‘firma’ promosyonları ve ihale komisyonlarıdır. İhalelerden aslan payını alanların, onun üç beş kuruşu nasiplenmesine göz yummaları işin raconuna uygundur. Mahkeme kayıtlarına giren suçlardan şimdilik sıyırsa da huzurunu kaçıracak günlerin yakın olduğu konuşulmaktadır.
Hilmi’nin bir marifeti daha var ki, dillere destan! Kart zampara! Telefon kayıtlarındaki bütün ayrıntılar ilgililerin önünde duruyormuş. Güvendiği dostlarından bazılarının onu zor günlerinde yalnız bırakacağına ilişkin yemin edenler bile var.
Suç işlediğinde, telefondan iletilen kanunsuz talimatları yerine getirdiğinde bağıra bağıra konuşur. Çevresindeki insanlara sataşır, hakaret eder. Devlet adabıyla örtüşmeyen bu bağırtıları, kurum elemanlarında nefrete yol açmıştır. Kurumda ona gönülden bağlı bir tek insan bile bulunmamaktadır. Zora girdiğinde de sahiplenecek kimse bulamayacaktır.
Ağzı bozuktur. Yere ve zamana dikkat etmeden küfürlü konuşur. Kullandığı uygunsuz ifadeler, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kuruluna sunulmuş olsa dilinin poşete sokulacağı kesindir.
Gücünü yetenek ve birikimlerinden değil, kendisini güdenlerden almaktadır. Konuşmalarında kitap okuduğunu söylese de Necati Cumalı’yı kurum personeli sanacak kadar edebiyat yoksuludur.
Sözü edilen cahil, şımarık, görgüsüz ve eğitimsiz kişi, kalemi ilk olarak ne zaman elime aldığımı öğrenmeye henüz fırsat bulamamıştır. Bunlar tembel olur, bir dilekçeyi kaleme alacak enerjiden bile yoksundur. Onun günlerce kütüphanede dirsek çürütmesine gerek kalmadan, hemen söylemeliyim:
Kalemi ilk olarak 1972 yılı eylül ayında elime aldım.
İki basamaklı sayılarla dört işlem yapamayan Hilmi Filyutan adlı bu eğitimsiz kişiye, insaniyet namına, küçük bir ‘kopya’ da verebilirim:
Tam 46 yıldır elimden kalemi hiç düşürmedim!
Mezra Köyü İlkokulunun ahşap zeminli 1/A şubesinde, annenim Anadolu motiflerini işlediği kumaş çantamdan çıkardığım kalem ve defterle ilk temasım, yazı tahtasının sağında yer alan, Atatürk’ün dev Kocatepe tablosunu gördüğüm gün başlamıştır. O tabloyu hangi öğretmenimizin yaptığını bir türlü öğrenemedim. Hasan Hüseyin Renkal, Kemal Cahit Akçiçek, Adem Gür ya da Metin Tekerlek olabilir. 1960’lı yıllarda okulda görev yapan, Savaştepe Eğitim Enstitülü (Savaştepe Köy Enstitüsü) idealist öğretmenlerimizden Hasan Fırat da akla gelenlerden. Köyümüzün yetenekli öğretmenlerinden Hüseyin Fırat da tablonun potansiyel yaratıcılarından biri sayılabilir. İşte o tablonun tam karşısında sıraya oturduğumda, sevgili öğretmenim Kemal Cahit Akçiçek bize kalemi nasıl tutmamız gerektiğini öğretmişti.
Öğretmenimiz uzun, ince boyluydu. Düzgün giyinirdi. Açık mavi renkli, çizgili takım elbisesini unutamam. Derse kravatsız girmediğine, bütün arkadaşlarım tanıktır. Sevgili öğretmenim, köyde sadece bir lojman olduğu için, dayım Müdürağa’nın, evimizin yanındaki toprak evinde otururdu. O yıllarda 1. sınıflara tümdengelim yöntemiyle okuma yazma öğretilirdi. Önce cümleler öğretilirdi. Cümleler sözcüklere, sözcükler hecelere, heceler de seslere ayrılırdı (Bu yöntem, 2005 yılına kadar sürdü). Hepimizin bir fiş zarfı olurdu. Öğrendiğimiz fişlerin küçük bir örneğini öğretmenimiz bize verirdi. Temiz, yıpranmamış fişi almak mutluluk vericiydi. Cümleyi ezbere yazarken takıldığımızda, zarftaki fişe bakar doğrusunu yazardık. Öğretmenler fişleri ve metinleri divit ucuyla yazardı. Tahtanın sağına ve soluna asılan büyük fişleri, öğretmenimiz yazardı. Düzgün ve okunaklı Dik Temel Harflerle yazılan fişlerden aklımda kalanlardan bazıları:
Ali gel.
Zil çaldı.
Kaya okula koş.
Cumhuriyet çok yaşa.
Suna ip atla.
Öğretmenimiz bize cümleyi göstermeden önce kısa bir öykü anlatırdı. Öykü, yeni cümleye dikkat çekmek için anlatılırdı. Bu yöntemle, cümlenin daha kolay kavratılması amaçlanırdı. Öğretmenimizin bize öğrettiği bir cümle, belli ki, çok önemliydi. Çok önem verdiği anlaşılan cümleyi hepimiz merak etmiştik. Merakla beklediğimiz cümle, kusursuz Türkçe konuşan öğretmenizin dilinden döküldü:
Atatürk’ü çok severiz.
Önce kendisi okudu, sonra sınıfa okuttu. Fişi tahtanın solundaki ipe astı. Eline beyaz tebeşiri alarak kara tahtaya yazdı:
Atatürk’ü çok severiz.
Cümleyi farklı yöntemlerle bize yazdırdı. Uzun ince parmakları arasında özenle tuttuğu kalemle defterimize yazdı. Hepimize birer küçük fiş verdi. Ders bitiminde uçarak eve koştum. Toprak evimizin içine sığabildiğim penceresinde defterimin birkaç sayfasına aynı cümleyi yazdım:
Atatürk’ü çok severiz.
Öğretmenimin, bir sonbahar günü, Mezra Köyü İlkokulunda kalemle bana yazdırdığı cümle, 46 yıllık yazı serüvenimin başlangıcı olmuştur.
O cümle, 52 yıllık yaşamımı özetlemektedir.
O gün elime aldığım kalem kısaldığından, daha rahat yazabilmek için keçeli boyanın kapağıyla boyunu uzatmıştım! Kalemlerimizi, minik parmaklarımızda âdeta eriyinceye kadar kullanırdık.
Aradan tam 46 yıl geçti. 46 yıla o kalemden dökülen ifade damga vurdu. İnsanı hayvandan ayıran en temel özellik düşünme yeteneğidir. Düşünmenin somut ölçüsü, üretmektir. Alet yapmak ve kullanmak, yazmak, çizmek vb. eylemlerin tamamı insana özgüdür. Hayvanla insan arasındaki en belirgin fark budur. Sanatsal ve kültürel üretkenliğin nitelik-niceliği, ülkenin gelişmişliği hakkında önemli göstergelerden biri olarak kabul edilmektedir.
Yıllar önce, henüz yirmili yaşlardayken, Atatürk karşıtı faaliyetleri eleştirdiğim yazı, odalarında Atatürk fotoğrafı asılı olan kurumlarımızın içler acısı durumunu gözler önüne sermişti. Söz konusu yazıdan dolayı, ilgili kurumda hakarete uğramıştım. Çevremde toplanan beş altı kişi, Atatürk karşıtı faaliyetleri değil, yazıdan dolayı beni hedef almaktaydı. O gün bana yöneltilen ağır hakaret, küfür ve tehditler, kurumun Atatürk’ün değil, Atatürk karşıtlarının eline geçtiğini gösteriyordu. Kurum Devletin, cumhuriyetin, Atatürk’ün kurumu değil, kirli atletlerinden ve yemek artıklarından medet umulan bir ABD piyonunun denetimi altına girmişti. Yıllar sonra söz konusu kuruma yönelik operasyonlar da bunu doğruluyordu.
Kalemi 1972 yılında elime aldım. O gün bugündür kalem elimden düşmedi. O kalemin mürekkebini ülkemin çıkarları için kullandım. Satın alınamayan değerlerin kavgasını kalemimle verdim. Kalemimi Atatürk ilke ve devrimleri, vatan sevgisi, millete adanmışlık, cumhuriyet, millî çıkarlar, iyilik, doğruluk, dürüstlük için kullandım. Kalemin gücünü küçük yaşta keşfettim. Otuz yıl önce cebimi yoklayan kirli eller, ceketimin iç cebinden çıkan ‘İki Binler Arabeski Yok Eder” başlıklı yazı için bana yumruk göstermişti. Kalem için hakarete uğradığım da oldu, dayak yediğim de… Yazdıklarımdan vazgeçmediğim takdirde bana haddimi bildireceğini söyleyenleri de unutmuş değilim. Yazmayı ve üretmeyi yüz kızartıcı suçlar arasına sokma çabasındaki bazı birikimsiz yöneticilerin tehditleriyle karşılaştığımda, 1972 yılında çizgili defterime yazdığım o cümle aklıma gelir:
Atatürk’ü çok severiz.
Atatürk, sadece kulağa hoş gelen bir isim değil, Türkiye’nin bağımsızlığı, egemenliği, toprak bütünlüğü için emperyalizme karşı verilen kavga ve ölümüne girilen mücadeledir. Atatürk, başı dik bir Türkiye’de yaşamanın eylem kılavuzudur. Koltuklarda çürütülerek esir alınanların görmediği, göremeyeceği gerçek budur. Koltukları için Atatürk ve bayrağın karşısında mevzilenenler, Türkiye’nin karşısında mevzilenmektedir. Türkiye’nin geleceğinde onlara yer yoktur. Telefon hatlarından aldıkları utanç verici, yüz kızartıcı, kanunsuz talimatları uygulamak için gösterdikleri çaba, onları karanlığın dipsiz kuyularına sürüklemektedir. Utanç verici eylemleriyle kamu vicdanında çoktan mahkûm olmuşlardır.
Türkiye, bu kamburla yaşamayı reddeden onurlu insanların ülkesidir. Tam 46 yıl aradan sonra öğretmenim Kemal Cahit Akçiçek’le birlikte Mezra Köyü İlkokulundaki sırama oturuyorum. Yüzümüzü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün o yağlı boya tablosuna dönüyoruz. Öğretmenim, cebinden kurşun kalemi çıkararak bana son bir ders daha veriyor:
“Türkiye, teslim olmayacak ve karanlığa geçit vermeyecek! Atatürk yenilmeyecek. Bayrak, masmavi göklerde dalgalanmaya devam edecek. Bu ülke, onurlu, gururlu ve başı dik insanların ülkesi olarak varlığını sürdürecek.”
Çizgili defterime bu ifadeleri yazıyorum ve sevgili öğretmenimin ellerinden öpüyorum…
(Körfez, 17 Mart 2018)