Dil, sadece bir iletişim aracı olarak görülebilir mi? Bir iletişim aracı olarak dil, aynı zamanda uygarlığın beş duyu organı işlevini görmektedir. Bir başka ifadeyle dil, toplumların gözü, kulağı, burnu, dokunma ve tat alma organıdır. Doğa, tatlar, güzel kokular ve sıcak dokunmalar, ancak etkili bir dille insanlığın ortak değeri hâline gelebilir. Uygarlığın önemli göstergelerinden biri olarak görülen dil, toplumun aynasıdır. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, diliyle ölçülür. Toplumu tanımak isteyenler için dil önemli bir kaynaktır. Kıyıcı, hoyrat ve ilkel insanların diliyle davranışları uyum içindedir.
Dikkatli bir gözlemci, dilden, insanı rahatlıkla tanıyabilir.
En büyük sermayesi kötülük olanların dilinden zehir damlar. Kimi diliyle yılanı deliğinden çıkarır. Kiminin dili ise ısırığında 25 insanı öldürebilecek zehir barındıran kara mamba yılanından daha tehlikelidir. Onların ağzından çıkan hemen her söz, zehirli yılan sokması kadar ölümcüldür.
Herkesin dilinden zehir akacak değil ya… Dilinden bal damlayan insanlarımızın sayısı azımsanmayacak kadardır. Zehirli dil ısırığından rahatsız olanlar için dilinden bal damlayanların varlığı, en büyük mutluluktur.
Hasan Satık, Pülümür Mezra köyünün, dilinden bal damlayan bir söz ustasıdır.
Ne zaman canım sıkılsa ona koşar, dakikalarca dinlerim. İnsana huzur veren sesi ve güzel anlatımıyla puslu havayı dağıtan adamdır, Hasan Satık. En sıradan bir olay bile onun dilinde edebî ürüne dönüşür. Zengin söz varlığı, etkili anlatımı ve güçlü belleği, onu sıradan insandan ayırır.
SAKARYA PAMUKOVA’DAN ANNE KUCAĞINDA PÜLÜMÜR’E YOLCULUK
Hasan Satık, 1945 Pamukova doğumlu. Pamukova Şehvarmaz köyünden Pülümür Mezra köyüne anne kucağında gelir. O zaman üç yaşındadır. Ağabeyi Hüseyin Satık (1941-1982) ise henüz 7 yaşında, yani ilkokul çağında bir çocuktur. Nüfus kayıtlarına göre, o tarihte, annesi Beser Satık 36, babası Kamer Satık ise 31 yaşındaydı. İlk bebeklik dönemini Şehvarmaz köyünde geçiren Hasan Satık, Mezra köyünde ilk çocukluk çağına adım atar.
Mezra’ya geldiğinde artık oyun çağındadır.
Mezra’da yıkıntılardan başka bir şey yoktur. Babası Kamer Satık (1917-1994), üç telli saz çalar, beste yapar. Onun seslendirdiği halk türkülerinden kaçının bugüne kadar geldiği tam olarak bilinmemektedir. Babası, sadece halk sanatçısı değil, aynı zamanda yetenekli bir taş duvar ustasıdır. Genç duvar ustası, evini yapmakla yetinmez, yıkıntılardan yeni evler inşa eder. Komşu köylerde hem çalışır hem de çevresine mutluluk yayar. Konuk olduğu evlerde saz çalar, kendi bestelerini okur. Uzun ince boylu halk sanatçısı, oğlunun estetik bilincinin gelişmesinde etkili olur.
GÖKÇEKONAK’TA İLKOKUL YAŞAMI
İlkokul yılları gelir. O tarihte Mezra köyünde ilkokul bulunmamaktadır. Köye en yakın okul, Gökçekonak (Tasniye) köyündedir. Gökçekonak Köyü İlkokulunda okumaktan başka bir seçeneği yoktur. Her sabah, Mezra’dan 5 km uzaklıktaki Gökçekonak’a gider. Günde ortalama 10 km yol yürümektedir. Gökçekonak Köyü İlkokulundaki öğretmenleri, Hıdır Şahin ve Hıdır Satık’tır. 1958’de, Mezra’da ilkokul açılır. İlkokulu Mezra’da tamamlar. Mezra Köyü İlkokulundaki öğretmeni, Ali Rıza Es (Pertekli)’tir. İlkokul binası olmayan Mezra’da, Ahmet oğlu Kamer Fırat (1920-1985)’ın evinin bir odası dersliğe dönüştürülmüştür. Köyde, evinin bir odasının derslik olarak kullanılmasına Kamer Fırat’ın yanı sıra, Hüseyin Fırat (1931-2019) ve Ahmet Akkılıç (1929-1998) da izin vermiştir. İlkokul arkadaşlarından akılda kalanları soruyorum, sayıyor:
Ali Canerik, Kibar Canerik (Arslan), Nimet Arslan (Yeniyol), Hüseyin Fırat, Haydar Fırat, Hanife Akkılıç, Hıdır Fırat, Beser Fırat, Saray Canpolat, Kıymet Canpolat (Akdikli), Süleyman Arslan, Hıdır Arslan, Hasan Hüseyin Doğan (Meçili).
İlkokuldan sonra bir yıl Pülümür Ortaokuluna devam eder. Ortaokula devam eden arkadaşlarından biri de Hasan Kaya’dır.
İSTANBUL’A KAÇIŞ!
1960’lı yılların İstanbul’u, gençleri mıknatıs gibi çekmektedir. Köyünü, yaylasını, bağını-bahçesini bırakıp İstanbul’a çalışmaya giden genç nüfus giderek artmaktadır. Kırsal alanda yaşayanların sayısı azalmaktadır. Köyler küçülmekte, obur kentler sahneye çıkmaktadır. Aile büyükleri, çocuklarının büyük kentlere gitmelerine pek sıcak bakmamaktadır. Bu da doğal olarak izinsiz seyahatlere yol açmaktadır.
1960 yılında Pülümür Mezra köyünden İstanbul’a ‘kaçan’ gençlerden biri de Hasan Satık’tır.
O tarihte 15 yaşında bir delikanlıdır.
Anne ve babalarından izinsiz İstanbul’a kaçan gençlerin bilet parası, genelde, annelerin çeyiz sandığında özenle saklanan ‘kara gün akçesi’dir. Yayladan, tarladan ya da harmandan eve dönen aile büyüklerinin birçoğunu, kapağı zorlanarak açılmış ahşap çeyiz sandığı sürprizi beklemektedir!
Hasan Satık’ın İstanbul’a kaçış öyküsü, biraz farklıdır. 1960 yılında seyahat giderlerini, köylüsü Mehmet oğlu Ali Fırat karşılamıştır. Ali Fırat, babası Mehmet Fırat (?-1960)’ın cüzdanından aldığı 10 lirayla tren bileti alır. Hasan Satık ve Ali Fırat, Erzincan Tren Garından İstanbul’a hareket eder. Ali Fırat, İstanbul’da iki ip edinir. Bunlardan birini Hasan’a verir, diğerini kendisi kullanır. Kuledibi’nde sırtta yük taşımaya başlarlar. Hasan, bir süre, Salördek köyünden Zeynel Arslan’ın Küçükpazar’daki evinde kalır. Sırtta yük taşıma işi birkaç ay sürer, ardından manavda çalışmaya başlar.
KIRMIZIKÖPRÜ’DE ESNAFLIK YILLARI
İstanbul’dan sonra askere gider. 1965’te, Ağrı Eleşkirt’te askerliğe başlar. 1967’de memlekete döner. 1968’de evlenir. 1971’de, İbrahim Canerik’in dükkânını kiralar ve manavlığa başlar. Sebze-meyveyi Elazığ’dan getirir. Uzunevler (Pardi)’de çıkarılan alçı taşını Elazığ’a götüren kamyonlar dönüşte Kırmızıköprü’ye sebze taşır. 1972’de, Hüseyin Erginoğlu (1912-1984)’na ait iki katlı binanın alt katında kahve ve bakkal işletir. Hüseyin Erginoğlu’nun işlettiği Erenler Çayevi ise üst kattadır. Kahveye artan ilgiden dolayı üst kattaki kahvenin işleri bozulur.
Kahvecilik ve bakkallık dönemi böylece sona erer.
TAKSİM’DE NEBAHAT ÇEHRE VE YILMAZ GÜNEY’LE KARŞILAŞMASI
1974 yılında, eşi ve çocuklarını köyde bırakarak, Almanya’ya gider. Almanya’da fazla kalmaz, ülkesine döner. Almanya’dan sonra ikinci kez İstanbul’da çalışmaya başlar. Taksim (Talimhane)’de bir oto galerisinde iş bulur. Oto galerisinde iki yerdeşiyle birlikte iş başı yapar: Mezra’dan Ali Canerik ve Salördek’ten Binali Şahin. Galeride araç yıkayarak yaşamını sürdürme çabasındadır. Bir gün Ali Canerik’le birlikte Yılmaz Güney’in otomobilini yıkarlar. Nebahat Çehre de otomobildedir. Yılmaz Güney’den aldıkları bahşişi yaşamı boyunca unutmaz: 10 TL! Otomobilin markası da hâlâ aklında! Sanatçı, Chevrolet (Şavrole)’nin direksiyonunu çevirmektedir. .
Mezra köyünde ekip biçebileceği fazla tarlası bulunmamaktadır. Bu nedenle, köyde tek geçim kaynağı hayvancılıktır. 1994 sonbaharında, köylüsü Hıdır Kızılkaya’yla birlikte hayvanlarını getirmek için Pardi Sırtı (Vıle Pardiye)’na gider. Bölgeye mayın döşendiğinden habersiz yol alırlar. Köylüsü önde, o arkada yürürken aniden havaya uçar! Bastığı mayın patlamış, sol ayağını, topuğa kadar kaybetmiştir. Sırtta taşınarak yola getirilir. Önce Pülümür Sağlık Ocağına, ardından Erzurum Devlet Hastanesine götürülür. Uzun bir tedaviden sonra taburcu edilir. Ayağını kaybettiği yıl babasını sonsuzluğa uğurlar. Annesi Beser Hanım’ın vedasından yıllar sonra babası Kamer Satık’ı yitirmiştir. 1982 yılında, 41 yaşında yitirdiği ağabeyi Hüseyin Satık’ın acısı, yüreğine büyük bir ağırlık olarak çöker.
LÖSEMİYE KAFA TUTAN ADAM!
Pülümür Mezra köyünün söz ustası Hasan Satık, babasını toprağa verdiği yıl İçel’e yerleşir. İçel’de aileyi zor günler beklemektedir. Nemli ve sıcak havaya bir türlü alışamaz. Yaklaşık üçte ikisini kaybettiği ayağından dolayı yaşamı giderek zorlaşır. Kent merkezinde çocuklarını okutmak için çaba gösterir. Kentte, öğretmen kardeşi Ali Satık, en büyük yardımcıları olur. İçel’deyken ailenin Mezra köyündeki evi yıkılır! Köye dönüş umudu artık yok olmuştur. Kırmızıköprü’de, babadan kalan tek katlı toprak ev onarılır. Binaya çatı yapılır. İlkbahardan sonbahara kadar Kırmızıköprü’de yaşamaya başlarlar. Kırrmızıköprü’de kendilerine oturmayı âdeta yasaklarlar. Bahçe işlerinin yanı sıra birkaç kovan arıyla yaşama tutunmaya çalışırlar. Yaşamlarının normale dönmesiyle birlikte bu kez sağlık sorunları baş gösterir. 2015 yılında, lösemiye yakalandığı anlaşılır. Uzun, yorucu ve yüksek maliyetli tedaviler aileyi yıpratır.
DİPLOMASIZ EDEBİYATÇI
Hasan Satık, çocukluğumuzda TRT Erzurum Radyosu’ndan keyifle dinlediğimiz program sunucularını aratmayan bir dil ustasıdır. Onun her konuşması, güzel ve etkileyicidir. Sıradan bir olay, onun dilinde keyifli bir öyküye dönüşür. Şiir okur gibi konuşur. İkna gücünün yüksek oluşunu zengin söz varlığına ve etkili anlatımına borçludur.
O, Mezra köyünün diplomasız edebiyatçısıdır.
Onunla, 15 Ekim’de, Kırmızıköprü’deki tek katlı evinin bahçesinde sohbet ederken İçel’e gitmek üzere tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Akşamüzeri Erzincan’dan gelecek otobüsle İçel’e gidecekti. Tedavi görmek amacıyla yine uzun bir yolculuğa çıkıyordu. Eşi Fatma Hanım’ın, iyi demlenmiş çayı eşliğinde saatlerce sohbet ediyoruz. Mezra köyünün söz ustası ve hafızasının her sözünü keyifle dinliyorum. Saatime bakıyorum, otobüs bir iki saat sonra Kırmızıköprü’de olacak. Daha fazla kalamam artık. Ayağa kalkıyorum. Birbirimize sarılıyoruz. Mezra köyünden kapı komşumuz Hasan Satık’ın ellerini sımsıkı kavrıyorum. Biliyorum, mayına kafa tutan adam lösemiye teslim olmaz! Lösemiyi yenilgiye uğratacağına yürekten inandığım bu güzel insanı yürekten selamlıyorum!
Asma köprüye doğru ağır ağır ilerlerken arada bir dönüp ona el sallıyorum…
(Yalova, 21 Kasım 2019)