Hukuk ve edebiyat dersinde hocamız bana, “Bu başlık altında bir yazı istiyorum senden” dedi. Ben de düşündüm, düşündüm, bir iki arkadaşıma da danıştım. “Yine insanla, toplumun aydınlanmasıyla ilgili bir iş düşün” dediler. Dedikleri bence de doğruydu. 58 yıl bizzat devletin maaşlı öğretmeni olarak çalıştım. Neredeyse 60’ıma merdiven dayadım. Nasıl geçmiş seneler…
Neydi o mezuniyet heyecanı… Her gün kafamda tekrarladığım, köyde yapacaklarım. Öğrencilerime saati öğretmek için tencere kapağı gibi içini oyduğum ağaçtan saatim. Tenekeden kestiğim yelkovan ile akrebini oynatıp duruyorum. Saat başı, çeyrek geçiyor, saat yarım, ona çeyrek var, dokuzu beş geçiyor vs. Çizdiğim haritalar, çerçevelediğim güzel yazı levhalarım gibi… Elime alıp çocuklarıma gösterir gibi yapıyorum. “Tayinim de bir türlü yapılmadı canım, daha ne kadar bekleyeceğim?” Babam, “Oğlum acele etme, sabırlı ol, daha okulu bitireli hele bir ay olsun bakalım.”
Bir de bugüne bakalım. İlkokuldan sonra ortaokulu, sonra liseyi bitiriyorsun. Sonra dershaneye de gidiyorsun. Bazen dershane olayı iki yıl oluyor. Kazanıyorsun eğitim fakültesini, dört yıl okuyorsun. Yine öğretmen olamıyorsun. Oysa üniversite hocaların seni öğretmen yapıyor. Sana öğrenmeyi, öğrendiğini öğretme metotlarını, öğrenci psikolojisini, eğitimin çocuğu sevmekle başladığını, başarının sevgi ve teşvikle geldiğini de öğretiyorlar. Pedagojik formasyon belgesi de veriyorlar, ama siyasiler, olmaz, KPSS’yi de
kazanacaksın, diyorlar. Hayda! Yine kurs, yine sınav! E…, bizde böyle, istersen. KPSS’yi kazandın, hani tayin? Dur acele etme, bekleyeceksin. Hükûmet kadro verirse kuraya gireceksin, kura da çıkmazsa, bir dahaki kurayı bekleyeceksin. Ne yapalım, 6-7 sene bekleyenler var.
Yine de şanslıymış ikinci kontenjan grubunda çekenler kurayı. Sevinçten uçuyorlar, artık öğretmenler, bir meslekleri, bir işleri var. Annelerinden harçlık istemeyecek, hayalini kurdukları projeleri bir bir hayata geçireceklerdir…
Hemen hazırlanıyorlar. Önce görevli oldukları illere, oradan da çalışacakları okullara koşup başlıyorlar göreve.
Zil sesi o kadar hoş geliyor ki kulaklarına. Hele koşuşan çocuklar ve o çocukların birbirine karışan sesleri, sınıflarda yerlerini arayışları… O sıraya giriyorlar olmuyor, oradan çıkıp arka sıraya geçip oturuyorlar. Emmek için analarını arayan kuzular gibi. Akşam evde bunları bütün ayrıntılarıyla düşünüyorlar. Öğretmenler arkadaşlarıyla ilgili gözlemlerini, çocukların velilerin etrafında, “Hocam hocam” diye sorular sormalarını, okul müdürünün babacan tavırlarını, beraber aynı evi paylaştıkları arkadaşlarını bir bir yazdılar mektuplarında.
*Emekli Köy Enstitülü öğretmen, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. Sınıf öğrencisi.
Sonraki gün postaya verdiler. Cevap bekliyorlardı sevdiklerinden, sevgililerinden, sözlülerinden, nişanlılarından. Çok geçmeden, daha mektuplarına cevap alamadan Van’dakiler, deprem geldi Van’a. Bir gürültü, bir sarsıntı, yer değiştiriyordu sanki Van. Ortalık toz duman, ana baba günü, çığlıklar, bağırışlar.
600 civarında vatandaşımız, 65 çiçeği burnunda öğretmenimiz can verdi bu felakette. O günün Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Paris’ten taziyelerini gönderiyor, öğretmenler için.
Nasıl anımsamazsınız Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’yi.
Sabah erkenden bakanlığa geliyor Mustafa Necati. Bakanlığın bahçesinde, bankta oturan iki kişi görüyor. Yanlarından geçerken: “Niye burada oturuyorsunuz, kimsiniz?” diye soruyor. Oturanlar, orada oturmanın yasak olduğunu sanarak: “Öğretmeniz,” deyip ayağa kalkıyorlar. Öğretmenlerden biri belini tutarak kalkmaya çalışırken zorlanıyor. Bakan, öğretmenin koluna girerek, “Hem de hasta öğretmen!” diyerek odasına çıkarıyor öğretmeni. Derdini dinliyor, hemen muhasebeden bir miktar para çıkartıyor. Cerrahpaşa Hastanesi başhekimine bir mektup yazıyor. Mektubu ve İstanbul’a kalkacak tren biletini eline veriyor ve yolcu ediyor öğretmeni.
Bir ay sonra bakan, sabah bakanlığa geldiğinde kapıda görür öğretmeni. Öğretmenin yüzü güler. Odasına çıkar öğretmenle kol kola. Böbreğinin biri alınmıştır öğretmenin, “Seni burada hastaneye yakın bir okula verelim.” der bakan. Öğretmen, “Ben köyde öğretmenlik yapmak için okudum, beni bekleyen çocuklarımdan ayırmayın.” der. Bakan, şoförünü çağırtır ve makam arabasıyla köyüne gönderir öğretmeni. İşte bu da bakan. Ama bu Cumhuriyetin bakanı, halkın bakanı, Atatürk’ün bakanı.
Ben gazeteci olmalıyım. Köşem olmalı gazetede ve bunları yazmalıyım. Halkımın sevgisi bana, benim sevgim halkıma olmalı. Paylaşabilmeliyim her şeyi halkımla.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle noktalayalım yazımızı.
Günümüzde insan olmanın
Çok ağır bedeli var
Ya parçası olacaksın alçaklığın
Ya seni parçalarlar
Oysa insan olmak
Çoğalabilmektir başkalarıyla
İnsansın birinin canı yanarken
Senin de canın yanıyorsa