Psikiyatri uzmanlığı, çıldıran bir toplumda saygınlığı olan mesleklerdendir. Kontrolsüz öfke, depresyon, mutsuzluk, tükenmişlik, uyumsuzluk vb. her derdin  devasıdır psikiyatr. Daha doğrusu, öyle olduğuna inanılır. Kendimizi yorgun ve mutsuz hissettiğimizde, soluğu psikiyatri kliniklerinde alırız. Top sakal, küt saçlı, ince belli, sırma saçlı, kel  kafalı, göbekli, sıfır bedenli vb. hemen her nitelikte psikiyatri uzmanlarının kapısını çalar, derdimize çare ararız. Birinci derecede yakınlarımızla paylaşmaktan kaçındığımız sorunları, bacak bacak üstünde, bizi yirmi dakika  dinleme lütfunda bulunan uzmanlara çekinmeden anlatırız. Onları dünyanın en mükemmel yaratıkları olarak görürüz.   

Diyelim ki elinize kâğıt ve kalem alacak enerjiniz yok. Karşınızda bacak bacak üstünde sizi ‘dinlerken’ gözünü saatin akrep ve yelkovanından ayırmayan küpeli profesör tarafından iyileştirileceğinize  inanırsınız. Siz böyle düşünürken, derdinizi tam anlatamadan yirmi dakikanın dolduğunu, profesörün kapısını usulca  açan görevliden anlarsınız:

-Efendim, Necla Hanım’la kızı geldi.

-Tamam, birazdan alabilirsiniz.

Sizin için kalkma vaktinin geldiğini bundan daha iyi ne anlatabilir? Kibarca kovulursunuz. Kapıda size gülümseyen görevliye ödeme yaparken ellerinizin titremesi, son derece doğal. Çünkü asgari ücretin yarısı kadar yaptığınız ödemeye karşın, muayenehaneden yorgun ayrılırsınız. Profesörünüz bir ay sonrası için size gün vermiştir. Sizi muayene eden profesörün bir devlet üniversitesinden maaş alan kamu görevlisi olduğunu hatırladığınızda daha çok bitkin düşersiniz.

Kafayı sıyırdığım günden beri kapısını çalmadığım psikiyatr kalmadı. İzlediğim haberler, elini kornadan kaldırmayan öfkeli sürücüler beni çileden çıkarıyor. İş yeri kapısından iki metre uzağa tükürme becerisini gösterenler, elde tespih sallayarak sigara dumanını üzerinize üfleyenler, bir gece vakti evde tamir yapanlar, çöplerini başkalarına taşıtanlar, bedava mezar için ‘torpil’ arayanlar, eğilip bükülenler, kalleşler, yalancılar, ülkeyi soyanlar yüzünden çıldırdım!

0
0
0
s2sdefault
Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

 

Tunceli Mavitur’la Kocaeli’nden yola koyulduğumuzda saat 15.00’ti. Güneşli bir sonbahar günüydü. İstanbul Gazi Mahallesi’nden  hareket eden araç, Tunceli-Ovacık’a gidiyordu. Yazıhane görevlisi Turabi Bey’i yer ayırtmak için aradığımızda, yer sıkıntısı olmadığını belirtmişti. Aradan geçen birkaç gün, yolcu sayısında artışa yol açmamıştı. Otobüste, personel dâhil, 10 kişiyle yolculuk yapıyorduk. Araçtakilerin çoğu Tunceli ya da Ovacık yolcusuydu. Ben Kırmızıköprü’ye gidecektim. Bir haftalık iznimi, 80’li yaşlarda olan anne ve babamla birlikte geçirmek için  köye gidiyordum.

Yaz boyunca büyük kentlerden kırsala akan insanlar, havaların soğumasıyla birlikte kırsal alanlardan kentlere akın eder. Sonbaharda yolculuk batıdan doğuya değil, doğudan batıya doğrudur. Bu  hareketlilik  yıllardır böyle sürer gider.

Tunceli’den İstanbul, Adana ve Mersin yönüne yolcu taşıyan otobüslerin buğulu camlarından sallanan eller yürek paralayıcıdır. Otogara kadar yürüyecek gücü olan şanslı yaşlıların sallanan yorgun elleri ağır çekim görüntüler gibidir. Benek benek eller, yılların acısını tanımlamaktadır. Oğula, kıza, toruna, belki ameliyathaneden sağ çıkamayacak hastaya  sallanan bu eller, Tunceli’nin öfkesinin, ayrılık acısının, yüreğinin derinliklerinden akıp gelen göz yaşlarının dışa vurumudur.

Tunceli insanı ağlarken gözyaşlarını içine akıtır.

0
0
0
s2sdefault

 

 

1992  yılı. Tek göz toprak evin duvarındaki takvim yaprağında 22 Eylül yazılı. Günlerden salı. Sonbaharın en güzel günleri. Orman  sarı, turuncu, kızıl ve yeşille rengârenk...   Meşe ormanlarından gökyüzüne uzanan yaban kavakları turuncu ve  sarıya boyanmış. Kavak, sarı ve turuncu yapraklarıyla, sonbahara direnen meşe ağaçlarının arasından rahatlıkla ayırt  edilebiliyor. Kavak deyip geçmeyin,  hafif bir esintide bile yaprağı kendine özgü bir ses çıkarır. Bir doğa tutkunu,  kavağı, hışırtısından  tanır.  Ceviz de kışa  hazırlık yapan ağaçlardan. Yayvan yaprakları sararmaya yüz tutmuş. Vadide tek tük rastlanan çınar ağaçları da sararmaya başlamış.

Rüzgâr, vadideki bütün bitkilere ve diğer canlılara öpücük konduruyor.  Bu öpücük, kapıyı çalmak üzere olan uzun ve soğuk kış günlerinin habercisidir. Canlılar uyarıyı alır almaz harekete geçiyor.Pülümür Vadisi’nde konaklayan tüm canlılar zorlu kışa hazırlanıyor.Sincaplar, vadiyi kaplayan ceviz ağaçlarının kovuklarına kışlık yiyeceklerini depoluyor. Vadideki ceviz ağaçları, o bölgede yaşayan herkesin, ihtiyaç duyanların ortak malı sayılır. Ayı, sincap, saksağan vb. hayvanlar  aralarında kardeşçe bölüşür.

Herkes ihtiyacı kadar tüketir.  

O gün  bir sincap ceviz ağacına tırmanırken yanı başındaki sesle irkildi.  Sincaplar ürkek olur. Bir zamanlar kalabalık olan köyde yaşayanların sayısı, tek göz evde yaşayanlardan ibaretti. O bölgedeki yaban hayvanları, vadinin bir yakasında, 14 numaralı gaz lambasıyla aydınlatılan tek haneli köyün bütün sakinlerini  tanırdı. Evde yaşayanları sesinden, yürüyüşünden, ıslığından, kahkahasından  ayırt ederdi. Evde gözünü dünyaya açan bebeği ilk çığlığından tanırlardı. O evden  her perşembe akşamı üç telli sazdan yayılan hüzne  hepsi ortak olurdu. Sazını elden düşürmeyen  dedenin gözyaşlarıyla dilinden dökülen dizeler, Oli’nin  kutsal mekânında yankılanırdı.  Soğuk kış gecelerinde, dedenin yüreğinden kopan  kor bütün vadiyi ısıtırdı. Donmamak için bir birine sokulan dağ keçileri ve diğer canlılar bu ateşle ısınırdı.

0
0
0
s2sdefault