Rıza Zelyut, Prof. Dr. Tülin Oygür, Yrd. Doç. Dr. Ayhan Ural, Hüseyin Canerik (Soldan sağa)
(Fotoğraf: Cevat Kulaksız)

 

Millî Eğitim Bakanlığı (MEB),  Cumhuriyetin en önemli millî kurumlarındandır. Millî kurumların tasfiyesinde dönüm noktası olarak kabul edilen küreselleşmeyle, MEB’e de ağır darbeler indirilmiştir.  Küreselleşme sürecinden en çok etkilenen kurumlardan birinin de MEB olduğu görülmektedir. MEB’i hedef alan faaliyetlerin başında öğretim programlarının millî ve laik içeriğinden arındırılması, eğitim kurumlarının yıpratılarak cemaat/tarikat vb. oluşumların eğitimde etkin hâle getirilmesi, kamuya ait taşınmazların Cumhuriyet hukukunun yasadışı saydığı oluşumlara bedelsiz devredilmesi, iş güvencesinden yoksun istihdam  (ücretli, sözleşmeli ve geçici öğretmenlik, taşeron elemanı vb.) yöntemlerinde ısrar edilmesi, özel okullara ‘teşvik’ adı altında kaynak aktarılması, hizmetlerin özelleştirilmesi ya da taşeronlaştırılması vb. uygulamalar gelmektedir.

Özelleştirmeler, küreselleşme sürecinin ‘parlak’ buluşlarından biridir.  Millî Devletlerin iç piyasasını çok uluslu sermayeye ikram etme girişimleri, millî kurumların tasfiyesiyle sonuçlanmaktadır.  Tarım, sanayi, savunma, eğitim ve  sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi süreci, aynı zamanda Cumhuriyetin tasfiye sürecidir.  Cumhuriyetin yarattığı Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT)nin yok pahasına yabancı sermayenin mülkiyetine geçirilmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti ekonomik dayanaklarından yoksun bırakılmakta ve mülksüzleştirilmektedir.

Özelleştirmeyle kamu hizmetlerinin sosyal niteliği hedef alınmaktadır. Eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi de benzer nitelik taşımaktadır. Kamu eğitim kurumlarını yıpratma ve etkisizleştirme girişimleri, özelleştirmelerle hız kazanmıştır.

Özelleştirmelerle MEB’e ölümcül darbe indirilmektedir.

Kurum, özvarlığını yitirmekte ve âdeta yok olmaktadır.

MEB, özelleştirme sürecinde, Türk eğitim sistemine yön veren bir kurum olma niteliğini yitirmekte ve özel kuruluşlardan  ‘hizmet satın alan’ bir rant kapısına dönüşmektedir.

0
0
0
s2sdefault

Psikiyatri uzmanlığı, çıldıran bir toplumda saygınlığı olan mesleklerdendir. Kontrolsüz öfke, depresyon, mutsuzluk, tükenmişlik, uyumsuzluk vb. her derdin  devasıdır psikiyatr. Daha doğrusu, öyle olduğuna inanılır. Kendimizi yorgun ve mutsuz hissettiğimizde, soluğu psikiyatri kliniklerinde alırız. Top sakal, küt saçlı, ince belli, sırma saçlı, kel  kafalı, göbekli, sıfır bedenli vb. hemen her nitelikte psikiyatri uzmanlarının kapısını çalar, derdimize çare ararız. Birinci derecede yakınlarımızla paylaşmaktan kaçındığımız sorunları, bacak bacak üstünde, bizi yirmi dakika  dinleme lütfunda bulunan uzmanlara çekinmeden anlatırız. Onları dünyanın en mükemmel yaratıkları olarak görürüz.   

Diyelim ki elinize kâğıt ve kalem alacak enerjiniz yok. Karşınızda bacak bacak üstünde sizi ‘dinlerken’ gözünü saatin akrep ve yelkovanından ayırmayan küpeli profesör tarafından iyileştirileceğinize  inanırsınız. Siz böyle düşünürken, derdinizi tam anlatamadan yirmi dakikanın dolduğunu, profesörün kapısını usulca  açan görevliden anlarsınız:

-Efendim, Necla Hanım’la kızı geldi.

-Tamam, birazdan alabilirsiniz.

Sizin için kalkma vaktinin geldiğini bundan daha iyi ne anlatabilir? Kibarca kovulursunuz. Kapıda size gülümseyen görevliye ödeme yaparken ellerinizin titremesi, son derece doğal. Çünkü asgari ücretin yarısı kadar yaptığınız ödemeye karşın, muayenehaneden yorgun ayrılırsınız. Profesörünüz bir ay sonrası için size gün vermiştir. Sizi muayene eden profesörün bir devlet üniversitesinden maaş alan kamu görevlisi olduğunu hatırladığınızda daha çok bitkin düşersiniz.

Kafayı sıyırdığım günden beri kapısını çalmadığım psikiyatr kalmadı. İzlediğim haberler, elini kornadan kaldırmayan öfkeli sürücüler beni çileden çıkarıyor. İş yeri kapısından iki metre uzağa tükürme becerisini gösterenler, elde tespih sallayarak sigara dumanını üzerinize üfleyenler, bir gece vakti evde tamir yapanlar, çöplerini başkalarına taşıtanlar, bedava mezar için ‘torpil’ arayanlar, eğilip bükülenler, kalleşler, yalancılar, ülkeyi soyanlar yüzünden çıldırdım!

0
0
0
s2sdefault
Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

 

Tunceli Mavitur’la Kocaeli’nden yola koyulduğumuzda saat 15.00’ti. Güneşli bir sonbahar günüydü. İstanbul Gazi Mahallesi’nden  hareket eden araç, Tunceli-Ovacık’a gidiyordu. Yazıhane görevlisi Turabi Bey’i yer ayırtmak için aradığımızda, yer sıkıntısı olmadığını belirtmişti. Aradan geçen birkaç gün, yolcu sayısında artışa yol açmamıştı. Otobüste, personel dâhil, 10 kişiyle yolculuk yapıyorduk. Araçtakilerin çoğu Tunceli ya da Ovacık yolcusuydu. Ben Kırmızıköprü’ye gidecektim. Bir haftalık iznimi, 80’li yaşlarda olan anne ve babamla birlikte geçirmek için  köye gidiyordum.

Yaz boyunca büyük kentlerden kırsala akan insanlar, havaların soğumasıyla birlikte kırsal alanlardan kentlere akın eder. Sonbaharda yolculuk batıdan doğuya değil, doğudan batıya doğrudur. Bu  hareketlilik  yıllardır böyle sürer gider.

Tunceli’den İstanbul, Adana ve Mersin yönüne yolcu taşıyan otobüslerin buğulu camlarından sallanan eller yürek paralayıcıdır. Otogara kadar yürüyecek gücü olan şanslı yaşlıların sallanan yorgun elleri ağır çekim görüntüler gibidir. Benek benek eller, yılların acısını tanımlamaktadır. Oğula, kıza, toruna, belki ameliyathaneden sağ çıkamayacak hastaya  sallanan bu eller, Tunceli’nin öfkesinin, ayrılık acısının, yüreğinin derinliklerinden akıp gelen göz yaşlarının dışa vurumudur.

Tunceli insanı ağlarken gözyaşlarını içine akıtır.

0
0
0
s2sdefault