Sistem Yanıt Vermiyor Efendim!

ya da

SSK (SGK)’yi Kim Batırdı?

 

Okumanızı dilediğim bu yazı, her ne kadar özel bilgiler içerse de devlet kurumlarının, devletin denetimine bağlı kurumların günümüzde ne durumda olduğunu göstermesi bakımından dikkatinize sunulmuştur.

Biraz uzun bir yazı oldu ama yazandan çok yazdıranın suçu bu.

Ve bu, aynı zamanda bir suç duyurusu dilekçesi gibi de kabul edilebilir.

 

Artık tamam gibi görünüyor, vekâletname fotokopisini de aldı “PTT Bank” görevlisi, kimliğime baktı, bilgisayarda istenen yere ulaştı, parayı da vermek üzere… Derken, sol tarafındaki arkadaşına verdi, ona biraz önce sunduğum, üstünde hesap bilgilerinin yazılı olduğu kâğıdı:

  - Şuna bakar mısın bir, ekranda görünüyor ama açılmıyor…

  Arkadaşı aldı, bilgisayarda baktı, kâğıdı bizimkine geri verdi. Bizimki bir daha dokundu bilgisayar tuşlarına. Birkaç saniye sonra:

 - Sistem yanıt vermiyor, başka bir gün gelin!

 Tabii canım, olur, başka bir gün gelirim!

Bu iş için başından beri beş yıldır, şimdiyse salt kazanılan bir hakkı, kardeşimin emekli maaşını alabilmek için dört aydır bir oraya bir buraya gidip geldiğimin ne önemi var ki...

Sisteminiz batsın! Canımdan bezdirdiniz!

Bunu söylediğim oldu, yüzlerine. Ama oradaki memura söylemenin ne karşılığı olacak ki? O, orada, o anda önüne gelen bir işi yaparsa yapacak, yapamayacaksa “Bu gün git yarın gel!” Olur biter.

 Konuya böyle ucundan kıyısından girmek olmayacak, baştan alayım. Uzun bir serüven çünkü, Almanya’daki kardeşimin Türkiye’deki emekliliği.

***

Hüseyin, benden iki yaş küçük, kardeşim. Almanya’da yaşıyor, 1989’den beri. 2012 yazına kadar işinde gücünde, güzel güzel çalışırken, bir gün, bir süredir her şeyi çift görmeye başladığını fark ettiği için, yakın bir hastanede göz doktoruna gider. Muayenede, durumun öyle sıradan bir rahatsızlık gibi görünmediğini anlayan hekim, onu bir nörologa (beyinbilimci) yollar. Sonrasında beklenmedik hızla gelişmeler yaşanır. Durum ciddidir. Gözlerinin iç yanlarında, alın arkasında tümör vardır. Beyin cerrahı tümörü operasyonla alır. Aradan üç beş gün geçer, ilk operasyonun yeterli gelmediği söylenir, bir operasyon daha…

Hüseyin’in gövdesi de yaşamı da alt üst olur. O günlerine tanıklık edenler, onun ölümün eşiğine gidip gidip döndüğünü söylerler.

 Biz Türkiye’deki yakınları, bir süre serinkanlılıkla izledik gelişmeleri, eşi ve çocuklarıyla telefondan haberleşerek. İşin ciddiyetini anladığımızda yanına gittim, iki kez. Her gidişimde on beşer gün kaldım. İlk gidişimde hastanede, ikinci gidişimde evde (ki, bu gidişimde kızı Neslihan’ın düğünü de vardı) çektiği acılara tanıklık ettim.

52 yaşındaydı ve artık iş yaşamının bittiği anlaşıldı, onu orada “malulen” emekliye ayırdılar, 2013’te. Beyin, fizik, psikoloji… Hastane odaları, doktorlar, hemşireler, tedaviler, tedaviler, tedaviler… Darmadağın olan organizma ve günün üç vakti kullanılan yirmiye yakın ilaç… Bu arada, başta geçirdiği operasyonlardan ötürü sol yanının felç olduğunu söylemeyi unutmayalım.

Yürüyor, kısa mesafeli gezebiliyor epeydir ama o gün bugündür sol bacağı topallayarak, sol kolu dirseğinden kırk beş derece bükük, sol el parmakları yamulmuş durumda.

 Hüseyin, durumunu kabullenmekte uzun süre zorlandı. Sonra, çaresiz…

 Konumuza gelelim.

 Türkiye’den Almanya’ya gitmeden önce, 1980’li yılların başlarında, Ankara’da bir inşaat şirketinde üç yıl kadar çalıştığını, oradan sigortada kaydının olduğunu anımsar ve madem olan oldu, Türkiye’den de emekli olayım der ve bir dilekçeyle 610 günlük bir sigortalılığının olduğunu öğrenir. Üstünü primle tamamlayıp memleketten de emekli olsa fena mı olur! Üstelik, madem oradan “malulen” emekli oldu, buradan da aynı kapsamda emekli olmaması için bir neden yoktur herhalde.

Ankara’daki emekli öğretmen ağabeyinin de bürokrasi işlerinde ufak tefek yardımlarıyla yola çıkılır. Türkiye-Almanya bağlantılı çalışan, oradaki Türk televizyon programlarında her gün sigortayla, emeklilikle ilgili konuşan avukatlardan biriyle anlaşılır, gerekli evrak hazırlanır, avukata da vekâletname verilir, 2014 Şubatında Ankara’da resmi işlemler başlatılır.

 Oradaki doktorlar yüzde 90’ın üstünde sakatlık raporu vermişler nasılsa, Almanya’dan “malulen” emekli olmuş… Buradakiler de versinler de yüzde 80 versinler, hatta daha kötümser olalım ve yüzde 70 versinler. Yüzde 65 ve üstü yeterli çünkü.

Avukat, “Bu tür davalar ortalama 1 yıl sürüyor ama çok çok bir buçuk-iki yıl sürer” der. Sağlık olsun da iki yıl sürsün. “Malulen” emeklilik hakkı kazandığında, normal prim ücretinin üçte birinden bile az para yatırılacaktır Sosyal Güvenlik Kurumuna (SGK). Hani şu, bugünkü iktidar temsilcilerince ikide bir, 20-25 yıl önce, şimdiki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun batırdığı ballandıra ballandıra anlatılan (ama nasıl batırdığıyla ilgili bir türlü ele avuca gelir bir belge gösterilmeyen, devleti zarara uğratma suçundan filan mahkemeye de verilmeyen) SGK’ye, o zamanki adıyla Sosyal Sigortalar Kurumuna.

Hüseyin, Almanya’dan telefonlarla, onun ağabeyi olan ben de Ankara’dan, gerektiğinde avukatın Kızılay’daki bürosuna gidip gelerek gelişmeleri, daha doğrusu gelişmemeleri izlerler.

Ankara’yla Almanya arasında yazışmalar, gidip gelen evraklar, oradaki hastanelerden alınan son raporlar, doğum yerimizden ötürü ayrıca Ankara’dan Amasya SGK İl Müdürlüğüne, Amasya’dan Ankara’ya mekik dokuyan dosyalar, raporlar, evraklar, dilekçeler…  

Hüseyin’e Türkiye’deki “tam teşekküllü bir hastane”den alınan sağlık raporu, sonra o raporun SGK’nin Ankara’daki sağlık kuruluna sunulması, sağlık kurulundan raporun reddedilmesi, sonra avukatın sağlık kurulunu dava etmesi… Almanya-Ankara-Amasya arasında yazışmalar, telefonlaşmalar, gidip görüşmeler, “bugün git yarın gel”ler, avukata göre “az kaldı”lar, SGK’ye göre şu şu evrakın da getirilmesi, önceden gelmişse bile şimdi bulunamadığı için yeniden istenen evraklar, yeniden “son rapor”lar, o arada avukatın, önerisiyle -nasılsa lehimize sonuçlanacağı(!) için- SGK’ye yaklaşık 14 bin liranın (malulen emekliliğe göre hesaplanan prim borcu) yatırtılması…

Yazılan dilekçelere Amasya’dan, Ankara’daki sağlık kurulundan verilen olumsuz yanıtlar, mahkemeden bir erteleme, bir erteleme daha, sonra bir erteleme daha…

Hatta birinde, SGK Niğde İl Müdürlüğünden, oraya giden bir evrak ilgi tutularak yanıt gelmesi… Niğde! Konunun Niğde’yle bağlantısı?... Allah Allah! Niğde’yle Amasya arasında bir ad benzerliği desek, tek bir harf bile aynı değil. Coğrafî komşuluk nedeniyle, giden evrakı, postacının hızını alamayıp bitişikteki il müdürlüğüne götürmesi desek, olmaz, Amasya’yla Niğde komşu değil! Başka ne olabilir? Amasya, şimdilerde artık pek kalmayan misket elmasıyla ünlü. Niğde’de de hatırı sayılır elma üretimi yapılır. İşin sırrı, elmaların kardeşliği olmasın!... Başka bir ortaklık bulamayınca!

Akıl sır erdirilemeyen bu evrak da Hüseyin’in hem Amasya İl Müdürlüğünün hem avukatın bürosundaki kabarık dosyada yerini alır ve SGK’nin kim bilir kaç kez benzeri yaşanan şanlı tarihine geçer böylece.

Ardı arkası gelmeyen işlemlerden dolayı hem Almanya’da hem Ankara’da bozulan moraller, gerilen sinirler, köydeki anne babanın “Nedir bu çocuğun başına gelen talihsizlikler…” yakınmaları, ağabeyle avukatın git gide birbirleriyle papaz olmaları, çok zorunlu durumlar dışında taraflar arasında kesilen ilişkiler, yaşanan soğuk savaşlar…

 Davalar, yazışmalar çizişmeler süredursun, 2014 Şubatından başlayan “malulen” emeklilik hayallerinin iyiden iyiye suya düşmesi… 

“Bunca uğraştık, emek verdik madem, ne yapalım, normal yoldan emekli olalım bari!” deyip bu kez dümeni o yana kırıp yeniden dilekçeler, yazışmalar, Almanya’dan bunu değil de şunu bir daha yollayın istekleri, oradan bir sağlık raporu daha, Ankara’dan bir Amasya’ya bir Almanya’ya gidip gelen “iadeli taahhütlü” zarflar, telefonlar, posta-telefon paraları…

Sonra sonra, abi-kardeş arasında, bir türlü yürümeyen işler yüzünden karşılıklı sabır dilemeler, birbirlerini teselli etmeler, karşılıklı “sakin olalım” telkinleri…

 Hüseyin’in iki kez bu iş için, iki kez de tatil amaçlı oradan buraya gelip gerek avukatla gerekse Ankara ve Amasya ayaklarında, yürüdüğü sanılan işleri yerinde görme turları… Yerinde sayan işleri sakat sakat gidip buralarda duruma bizzat el koyma girişimleri, ama tümünden Almanya’ya eli boş dönmesi…

“Taş çatlasa iki yıl sürecek” işin “başlama vuruşu”ndan bu yana (şimdi 2018 Ocak’ında olduğumuza göre) 5 yıl dolmak üzere. Bitmedi, biteceği de yok bu gidişle. Geçen, 11. ayın bilmem kaçında görülmesi gereken mahkeme, 2018 Nisan’ının bilmem kaçına atılmış.

***

Şimdi, yılan hikâyesine dönen bu “malulen” emekli olma serüvenini kendi dipsiz kuyusunda bırakıp öbür ayakla, yani normal yoldan emeklilik ayağıyla ilgili bugünkü duruma gelelim.

“Bugünkü duruma gelelim derken”, 1989-1998 arasında öğretmenlik yaptığım Havza (Samsun)’daki dostlarımdan dinlediğim fıkra gibi bir olay geldi aklıma. Buradaki duruma çok benzediği için kısaca anlatayım:

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yakalanıp bir yandan cezaevinde yatan, bir yandan yargılanan Havzalı bir vatandaşa mahkemede yargıç, sanığın suçları arasında yer alan bir olayı anlatmasını ister. Olayın bu bölümü, bir gece vakti falanca köyden filanca köye, o köyde de kimin evine gittiğinin anlatılmasıdır ki, böylece işlenen “suç” açıklık kazanacak, ona göre de ceza verilecektir.

Bizimki, falanca köyden yola ilk çıkışından başlar anlatmaya: Yol boyunca nerelerden geçtiğini, geçerken nelerle karşılaştığını, ne kadar sürede ne kadar yol aldığını ve başka bir yığın ayrıntıyı uzun uzadıya anlatır. Sözün bir yerinde, artık sabrı tükenen yargıç. “Oğlum gir artık şu köye!” der, sertçe. Bizimki, “Giremem efendim!” diye karşılık verir yargıca. O da, “Neden giremezsin?” der, öfkeyle. Bizimki yine gayet ciddi:

“Çünkü köyün köpekleri saldırdı efendim!...”

Yargıçla salondaki öbür sanıklar kahkahayı koyuverirler.

***

Yeniden konuya gelelim.

Hüseyin’in normal yoldan emeklilik işlemleri için önce bizim ilçede, Taşova’da,  kayınpederinden kendilerine düşen daire satılır. Prim borcuna karşılık o para olduğu gibi SGK hesabına yatırılır. Avukat aracılılığıyla yine normal yoldan emeklilik işlemleri başlatılır. Almanya’dan kimisi yeni, kimisi daha önce yollanmış yazılar istenir, Hüseyin, eşi ve yakınlarının yardımlarıyla onları tamamlar, avukata yollar. Avukat da Amasya’ya. Amasya’da ve avukatta durumun ne merkezde olduğuna ilişkin yeniden telefon görüşmeleri, Amasya’da oturan ve oradaki bürokratların birçoğunu tanıyan amcaoğlu aracılığıyla işin hızlandırılmaya çalışılması… Fakat, örneğin yeni baştan bir dilekçe istenmesi, Almanya’dan gelen raporların ve öbür evrakların Amasya’da çok para istendiği için Ankara’da nispeten daha makul bir ücretle “yeminli tercüman”a çevirtilmesi, sonra onların kimilerinin avukat aracılığıyla, kimilerinin de aracısız, PTT kargosuyla yollanması…

Amasya’dan, prim olarak daha önce yatırılan miktarın yetersiz olduğuna, maaşa bağlanabilmesi için SGK hesabına şu kadar daha para yatırılması gerektiğine ilişkin yazı üzerine alelacele o miktarın da yatırılması…

 Derken, bir yıl daha geçer ve sonunda SGK Amasya İl Müdürlüğünden, 25 Mayıs 2017’den başlangıçla Hüseyin’in emekli maaşının bağlandığına, ilk maaşının da Denizbank Ankara Şubesine yatırıldığına ilişkin yazı, Ankara’daki avukata, ondan da Ankara’daki ağabeyle Almanya’daki Hüseyin’e ulaşır.

Oh be! Nihayet!...

Hüseyinler, önceden planlandığı gibi, eylül başlarında Türkiye’ye gelecektir, üç haftalığına, ailece. Madem öyle, kendi bildikleri kadarıyla bankadaki para altı aya kadar çekilmese de olabiliyor. Sonrasında da her ay yatan maaş, eylül başına dek altı ay dolmayacağı için birikir birikir, Ankara’ya geldiklerinde de gidip bankadan alırlar.

 Bu altı ay konusu, bankaya da sorulur ve “Öyleydi ama artık altı ay sınırlaması da yok, istediğiniz zamana kadar para şubede durabilir, istediğiniz zaman gelip paranızı alabilirsiniz” yanıtı üzerine, işin peşine düşülmez bir daha.

 Gün gelir, Türkiye’ye, Ankara’ya gelinir. Hüseyin, eşi ve ağabeyiyle evlerine en yakın Denizbank şubesine giderler, sıra numarası alıp herkes gibi sıralarını beklerler, bankoda kendi numaraları görünür, gidilir. İşlemin konusu söylenir memura. Kimlik, bilgisayarda sorgulama, tamam, şurayı imzalayın diye bir cümle beklerken…

  • Şubemizde böyle bir hesap ve para görünmüyor!
  • Nasıl olur? İşte resmî yazı, buyurun, ne diyor?

Yazıyı okuyan memur bir daha döner bilgisayar ekranına.

  • Yok, SGK’ye gidip sorun, böyle bir para yatmamış bizim bankaya.
  • Peki, Ankara Şubesine gitsek, oradan alamaz mıyız?
  • Şube önemli değil, burada görünmeyen bir hesap orada da görünmez. İsterseniz

telefonla 170’i arayın, durumu anlatın bir, size ne yapmanız gerektiğini söylerler. Şimdi izninizle, sıradaki müşterimle ilgileneceğim!

Sen misin “İşlem tamam!” diyen.

Berideki bekleme koltuklarına geçilir ve cep telefonundan 170 aranır. Telefonu açan kişiye konu söylenir. Kimlik numarası, ana adı, baba adı… Derken, o da “Böyle bir kişi de hesap da görünmüyor bizde…” der

 Ertesi gün, yazıda adı geçen bankanın Kızılay’daki şubesine gidilir cümbür cemaat. Orada da sıra numarası, kimlik, şu, bu… Memur:

  • Bizim şubeye böyle bir para yatmamış!
  • Efendim nasıl olur, buyurun işte resmi yazı, buraya yatmış maaş…
  • Yok, sistemde görünmüyor.
  • Nasıl görünmez, bu yazıyı biz mi uydurduk?...
  • Yapabileceğim bir şey yok, SGK’ye gidin. Sırada müşteri var, lütfen!

Evin yolunu tuttuk, çaresiz. Fakat, eve gitmeden önce bir de Amasya İl Müdürlüğünü

arayıp şu başımıza gelenleri aktarsak bir, yolladıkları yazı elimizde nasılsa, tarih ve sayısıyla söylesek…

  • Efendim durum böyle böyle, maaşımızı söylediğiniz bankadan alamıyoruz.
  • Nasıl yani?
  • Adım şu, kimlik numaram şu, sigorta numaram da şu. Sizin yolladığınız yazıda var bunlar. Fakat vermiyorlar, böyle bir para yatırılmamış.
  • Bir saniye bekleyin, bakıyorum… Tamam, yatırmışız işte, Denizbank Ankara Şubesine…
  • Tamam da, biz beş dakika önce oradaydık kardeşim, yokmuş böyle bir hesap…
  • Biz yatırmışız, burada görüyorum, yapacağım bir şey yok, bankayla halledin konuyu!...

Telefon kapandı.

Sessizce yürüyoruz dışarıda. İçimde, bankasına da sigortasına da ana avrat dümdüz

gitme isteği. Fakat…

Sinirden gülmeye başladık. Geçti. Bir ara Hüseyin’le, Ayşe’yle (Hüseyin’in eşi) göz göze geliyoruz,  çilemiz dolmamış henüz. Şimdi ne yapacağız?

Hüseyin, dedim ya, sakat. Oraya git, buraya gel, dayanacağı iş değil. Ayşe’yle

fısıldaştılar bir ara, sonra Ayşe bana dönüp:

  • Abi, bir notere uğrayıp bu işler için bir vekâlet versek sana… Bizim bu işin

peşinde koşturmamız zor olacak. Hem senin için de kolaylık olur, bizi getir götür, daha zor olacak senin için de… dedi.

  • Öyle yapalım, dedim, biraz daha uğraşacağımız anlaşılıyor.

En yakın notere çıktık. Yazdı, çizdi, üç sayfa dolusu bir vekâletname. “… adına

bankalarda hesap açmaya, hesabı kapatmaya, para çekmeye, para yatırmaya, ahz u kabza…” Bilinen şeyler, uzun uzun.

Akıl alır gibi değil. Karşılaştığımız durumu kendime yediremedim, ertesi gün kalkıp ilgili banka şubesinin müdürüne gittim. Hal böyle böyle, sizinkiler diyor yok, Sigortadakiler diyor yatırdık!

 O da bilgisayardan uğraşır eder, sonuç alamaz.

  • Bana telefon numaranızı bırakır mısınız, merkezden sorgulatacağım, ama biraz

zaman alır, iki gün sonra sonucu bildiririm.

  • Olur, bu kadar uğraştıktan sonra iki günün lafı mı olur!

Müdür, üç gün sonra aradı ve;

  • Yok, dedi, böyle bir para yok!
  • Ne yapmamı önerirsiniz?
  • Kurumla görüşüp oradan halletmeniz gerekiyor. Bizde sorun yok!

Araya bizim delikanlının düğün işleri girdi ve bir şey yapamadan bir hafta geçti.

Düğün biter bitmez bizimkiler de köye gittiler. Ben, artık kaldığım yerden devam edeceğim gitgellere. Vekâlet var nasılsa, böyle bir adamla maaşını hepten inkâr edemezler ya… Ne yapıp edip…

Henüz bir şey yapmadan, aradan yalnızca 1 gün geçer, köydeki dayıoğlundan bir telefon, gecenin 22.00’si filan.

  • Amasya’dayız da, hastanede. Hüseyin…
  • Ne oldu, durumu ne?
  • Korkulacak bir şey yok ama sen yine de gelsen iyi olur, ameliyata alacak doktor, bağırsakta çürüme varmış…

On beş dakikada hazırlandım, bir saat sonra AŞTİ’deydim. Sabah 6.00’da da Amasya’daki hastaneye vrdım. Hüseyin iki saat önce ameliyata alınmış, bağırsakta 50-60 santim çürüme varmış, onun alınması gerekiyormuş. Annem, babam, konu komşu hastanedeyiz. Duyup gelenler, gidenler…

Hüseyin, iki günü yoğunbakımda, bir hafta yattı hastanede, biz de onunla, hastanede.

Ciddi bir hastalığı bir kez daha atlatmış olduk ama epeyce sarsıldı Hüseyin, bir daha. Yoğunbakım’dan çıkıp koğuşa geçince biraz rahatladı içimiz. Madem buralardayım, aralarda şu SGK’ye gideyim bir de işin sonunu getireyim. Vekâlet, yazışma  belgeleri, önceki bazı yazılar, hepsi yanımda. Hazırlıklı gelmişim.

 Amcaoğlu Kadir, dayıoğlu Yılmaz, üçümüz vardık Amasya’nın öbür ucundaki SGK İl Müdürlüğüne. Amcaoğlu elimden evrakı alıp tanıdığı memurun masasına vardı.

  • Şu işe bak hele bir, bağlanmış maaşını alamıyor amcaoğlu.

Bilgisayardan baktı etti:

- Allah Allah, ben göremedim, muhasebede bizim filanca var, benim yolladığımı

söyleyin, bakıp bulur.

Muhasebedeki filancaya gittik, baktı bilgisayardan, buldu:

  • Bakın, şu şu ayları yatırmışız, şu şu aylar da yatmamış henüz, o yatmayanları da

arkadaşlarla konuşayım bir, yatar. Bunun çıktısını vereyim, bankaya gidip bunu gösterin, parayı alırsınız.

Artık kaçacak yeri kalmadı bankanın, işte belgesi!

Ver elini Denizbank Amasya Şubesi. Sıra numarası, sonra gişedeki memurun huzurunda, bütün belgeleriyle hazır ve nazır, ben. Hadi buradaki de “Yok böyle bir hesap!” desin, burnuna dayadım mı yazıları…

 Baktı;

  • Böyle bir hesap ve para görünmüyor, demesin mi!

Çocuklarımın yaşında görünen memura:

  • Bak hanım kızım, şu yazı var elimde. Biraz önce İl’deydim, şunu da verdiler. Bu maaş kardeşimin, şu da vekâletnamem...
  • İyi de böyle bir hesap görünmüyor, yapabileceğim bir şey yok, SGK ile görüşüp halledin!
  • SGK’den geldiğimi söylüyorum, sen hâlâ SGK’yle görüş diyorsun kızım ya, nasıl iş bu!

Yükselen sesimi, dışardan kafasının yarısı görünen kapalı bölmedeki beyefendi

duydu, bizimkine doğru seslendi:

  • Sorun nedir?
  • Emekli maaşının bizim bankada olduğunu söylüyor beyefendi, ama bizde görünmüyor!

Tepem attı iyice:

  • Ben söylemiyorum kızım, bak bu yazılar söylüyor!

Kafasının yarısı görünen beyefendi;

  • Buraya doğru gel bir, dedi, benim halledemeyeceğim iş olmaz!
  • Buyurun öyleyse!

Yazıları koydum önüne. Şube müdürüymüş. Bilgisayarda bir iki uğraştı, arada havalı

havalı laflar ederken usulca sessizleşti.

  • Bu yazılarla bir de telefon numaranı bırakır mısın bana, dedi, genel müdürlükten çözeceğim senin bu işi!
  • Olur, ne zaman ararsınız, ya da ne zaman uğrayayım ben size?
  • Yarın yetiştiremeyebilirim, işlerim yoğun biraz, ama bir sonraki güne kesin, gelme istersen, ararım ben.

Söz verdiği gün saat 15.00’e kadar bekledim, aramadı. Hastanedeki durum da

gitmeme elverişli olunca kalkıp gittim. Doğru şube müdürüne.

  • Müdür Bey, hatırladınız mı beni?
  • Evet evet, hatırladım ama sonuç alamadım o işten, üzgünüm.
  • İyi de, hani halledemeyeceğiniz iş yoktu?
  • Olmadı işte, siz bu konuyu SGK ile bir daha görüşseniz iyiden iyiye, bizde bir sorun görünmüyor. Sanki orada bir aksilik var gibi!

Gün bitti. Çıkıp hastaneye gittim. Bir yandan ağrılı, sancılı hastalıkla uğraşan Hüseyin, bu işin sonucunu da merak eder durur. Gün gün ona, eşine, konuyu duyup öğrenen konu komşuya, akrabaya, gelene gidene anlatma durumları. Akıl vermeler, yol göstermeler, geçtiğimiz yolları bilmeyenlerin işi sıfırdan alıp yol göstermeleri…

 Bektaşi, bir dostuyla biraz uzaktaki ahbaplarını ziyarete giderken gece vakti bir köye düşer yolları. Yükleri olmalı ki, bir de eşeği vardır yanında Bektaşi’nin. Köyün camisine yaklaşınca içeride bir kalabalığın sürekli eğilip kalktığını fark eder camdan ve bunlar ne yapıyorlar acaba diye merak eder, eşeğinin yularını arkadaşının eline tutuşturur;

  • Şunu tut hele bir, içeride ne yaptıklarına bakıp geleyim bir…

Girer, fakat beş dakika geçer, Bektaşi çıkmaz içeriden, on dakika, on beş dakika…

Yok. Arkadaşı da işkillenmeye başlar, derken bizimki bir ara cami kapısında belirir ve;

  • Sen eşeği sağlam tut, iş inada bindi, der ve yeniden içeri girer.

Meğer aylardan ramazandır ve içeride teravih namazı kılınmaktadır. Bizimki de

herkesle birlikte bir iki eğilip kalkar, sonunun gelmediğini anlayınca kapıya çıkıp arkadaşına öyle seslenir:

  • İş inada bindi!

Bizim iş de öyle, inada bindi. İnada binmese ne olacak, harcanmış onca emek, onca

para… Elde bir sürü belge. Ve biz, kazanılmış bir hakkın peşinde koşuyoruz, o kapı senin, bu kapı benim. Nasıl bir şey bu cidden? Devlet kurumları bunlar yahu, nasıl bir şey bu?

 Ertesi gün bir daha SGK. Oraya gir, buradan çık, bir de şurayla görüş, bağırıp çağırmalar arasında;

  • Madem Ankara’da yaşıyorsunuz, orayla halledin bu işi, bizim yapacağımız bir şey kalmadı, dedi en son muhatabım.

 Olduğum yerde kalıverdim. Sövsen ne olur, kızıp köpürsen ne yazar! Sonuç bu işte.

Hüseyin’i Amasya’daki doktorumuz Samsun’da bir özel hastaneye sevk etti. “Orada bakımı daha iyi olur” dedi. Onun biraz daha rahat olmasına yarayacaksa neden olmasın deyip kabul ettik, bir gece cankurtaran aracıyla Samsun’daki özel hastaneye vardık. Orada odamız hazırlanmış. Yerleştik. Bir hafta da orada kaldık. Sonra Ayşe, Almanya’daki kendi sosyal güvenlik kuruluşlarıyla bağlantı kurdu, karşılıklı telefonlaşmalar, derken bir sabah oradan gelen bir hastane uçağıyla Samsun’dan Almanya’ya götürdüler Hüseyin’i. Ayşe de aynı günün gecesi Ankara’dan Almanya’ya gitti.

Orada bir hastaneye yatırdılar Hüseyin’i. Yaklaşık bir ay kaldı, iyileşti ve evine döndü.

 Ertesi gün ya da iki gün sonrası olabilir, sonuçlandıramadığım maaş işi için Ankara’daki SGK Genel Müdürlüğüne gittim. “Yurtdışı Emeklilik” servisinde bir memura varıp durumu anlattım. Bilgisayarda uğraştı biraz, olmadı. Beni karşı odada bir başka arkadaşına götürdü, S… Hanıma devretti beni, kendisi gitti. S… Hanım da bilgisayardan uğraştı etti, telefonla bir yerlere bir şeyler sordu, bir süre sonra;

 - Denizbank sizin maaşı bloke etmiş, para PTT Bank’a gitmiş, vekâlet varsa oradan alabilirsin, dedi. 

Mesai saati bitmek üzere olduğuna göre yarın uğrarım artık, Mithatpaşa PTT’sine.

Yarın oldu ve PTT’ye gittim. Sıra numarası, bekleme, sonra gişe… Memur, ilkin bulamadı, sonra SGK’deki bayanın yazdığı el kadar kâğıtta, işi kolaylaştırdığı anlaşılan bir numara yazılıydı, onu verdim.

- Tamam, dedi, beş aylık maaş yatmış!

Kimlik, vekâletname…  

Vekâletnameyi ince ince okudu memur, sonra kalktı, arka taraftaki birine gitti, ona da okuttu, aralarında bir şeyler konuştular, geldi.

 - Bu vekâletnameyle ödeme yapamayacağız, dedi.

 - Niçin?

 - Parayı PTT Bank’tan alabileceğiniz yazmıyor!

Vekâletnameyi aldım ondan ve;

 - Bak, dedim, bütün bankalardan para çekmeye, bütün bankalarda hesap açmaya, para yatırmaya, ahz u kabza…

  - Tamam beyefendi, ama biz banka değiliz…

 - PTT Bank ne demek öyleyse, bu para neden size yatırıldı?

 - Öyle ama, bizim uygulamamız böyle. Vekâletnamede PTT adı geçmeli…

 - Kardeşim… Müdürünüz nerde sizin?

 - Müdür izinde.

  - Onun yerine kim bakıyor?

 - Ben bakıyorum. Bu vekâletnameyle ödeme yapamayız. Şimdi müsaadenizle, sıradaki müşteri…

Anneme, babama, ilkokul ve ortaokul öğretmenlerime nasıl kızmayayım şimdi? Beni niye bu kadar terbiyeli yetiştirdiler! Ne küfürler geçti içimden, diyemedim…

Aldım her şeyimi, çıktım.

O aralar internetten BİMER denen yere de bir şikâyet dilekçesi yazdım, “Böyle böyle oldu, şikayetçiyim, gereğini yapın” dedim.

 Oradan bir numara yolladılar, “Bununla dilekçenizin sonucunu izleyebilirsiniz” dediler. İzleyelim bakalım.

Şimdi Hüseyin’e söyle, hasta hasta bilmem kaç kilometre uzaktaki Konsolosluğa gitsin, vekâletname alsın, orasına ille de PTT, PTT Bank diye yazdırsın…

 Öyle oldu, vekâletnameye “PTT Bank’tan da para çekebilir, oraya para yatırabilir” gibi bilgiler eklendi, yolladılar. Bir 10-12 gün daha geçti. Vekâletname bir zarfla geldi, ev adresine. Alır almaz eve en yakın PTT’ye gittim. Sıra numarası, gişe… Memur;

“Böyle bir kişi adına yatan para yok!”

 Bunlar ağız birliği etmiş, beni sınıyor olmalılar.

“Nasıl olmaz, bakın işte yazı?...”

 “Sistemde görünmüyor beyefendi, olsa neden vermeyeyim?”

“Nasıl bir sistem bu, SGK’deki şu numaradan filanca hanıma sorun isterseniz, para buraya yatmış.”

 “Ben buradan dışarıyı arayamıyorum, siz arayıp sorun isterseniz.”

 Aradım, aksilik ya, açmıyor S… Hanım.

 “Şimdi siz benim yerimde olsanız ne yaparsınız?”

 “Bilemem. Sıradaki müşteriyle ilgilenmem gerekiyor.”

  Şaştık sıradaki müşteriden de!

 Çaresiz, ayrıldım oradan da, doğru eve. Kaldı yine ertesi gün Mithatpaşa PTT’sine gitmek…

 Gittim. Yine sıra numarası, sıra, gişe…

 Memur arkadaş bilgisayarda. Önceki gelişimin üstünden birkaç gün geçti ya, yeniden “Sistemde görünmüyor” yanıtı.

“Bir de şu numarayla girin, görünmesi gerek.”

“Tamam. Vekâletnamenizi alabilir miyim?”

Aldı, okudu, yerinden kalktı, arka taraftaki fotokopi makinesinde vekâletnamenin fotokopisini çekti, aslını geri verdi. Beş aylık maaşı da ödeyiverdi.

Derin bir oh çekerek PTT’den çıktım. Bizim büronun bulunduğu caddede, yıllardır hesabımın bulunduğu bir banka şubesine gittim. Orada Hüseyin için hem TL hem döviz hesabı açtırdım. Toplu paranın tamamına yakınını döviz hesabına, küçük bir bölümünü de TL hesabına yatırıp çıktım.

Ertesi gün de SGK’ye bir dilekçe yazıp Hüseyin adına “Bundan sonraki emeklilik maaşımın şu bankanın şu şubesindeki şu numaralı hesaba yatırılması” istekli bir dilekçeyi götürüp SGK’ye verdim.

2017’nin ekim ortaları. Dilekçeyi de verdim nasılsa, bundan sonra günü geldiğinde Hüseyin’in maaşı yeni hesaba tıkır tıkır yatar nasılsa.

Kurtulduk sonu gelmez çileden. Yeni bankadan bankamatik kartı da aldım. Artık sorun kalmadı!

Bir ay geçti aradan. Bankamatik kartıyla, şu hesaba bakayım bir, dedim. Baktım. Ne gezer! Maaş muaş yok!

Gidip SGK’ye verdiğim dilekçenin akıbetini sorayım bir, niye yatmadı yine bu para?

Gittim, sordum, dilekçeyi ilk verdiğimde aldığım küçük kâğıt parçasındaki tarih ve numarayla. Memur;

- Dilekçeniz şu tarihte Amasya’ya yollanmış. Şu sıralar oradan cevap gelir, bekleyin biraz…

Amasya’ya mı? Yandık desene!

Ertesi gün Amasya’yı aradım, dilekçenin tarih ve sayısını söyledim.

- Evet, dilekçeniz gelmiş, maaşınız Denizbank’a yatmış, gidip oradan alabilirsiniz!

Denizbank mı? Lahavle ve la kuvvete…

- Ben size yeni banka hesabını vermedim mi? Ne diye Denizbank’a yatırdınız yine? Öncekini alana kadar üç ay canım çıktı. Bu yaptığınız…

- Anlaşmamız öyle, Ocak 2018’e kadar Denizbank’a yatacak maaşınız, sonra sizin verdiğiniz hesaba yatacak!

Hadi bismillah, yeniden sıva kolları Nazım Efendi!

***

Ertesi gün vardım Kızılay’daki Denizbank şubesine. Sıram geldi, gişedeki bayan memura durumu özetledim. Kimliğimi, vekâletnameyi de önüne sürdüm. Baktı. Yanılmadım, yok!

- SGK ile görüştüm, yazışıyorum, buraya yatırıldığını söylüyorlar.

- Olsa buradan görünmez mi? Yatırılmamış, kurumla görüşün.

- Ben bundan iki ay önce de buraya gelip gittim, o zaman da yok dediniz, sonra yatırıldığı ortaya çıktı. Şimdi yine aynı şeyleri konuşuyoruz. Bu para burada, bundan eminim.

Bitişiğindeki arkadaşına baktırdı, o da “Yok” dedi.

Ne yapacağız şimdi yine?

- Bana telefonunuzu bırakın da merkezden aratayım bir, belki oradan çıkar. Sizi ararım ben.”

Ne yapayım? Numaramı bırakıp çıktım.

- Ama mutlaka haber verirsiniz değil mi? Sizin telefonunuzu bekleyeceğim.

- Tamam, arayacağım.

İki gün geçti, akşama doğru bir telefon;

- Merkezde hesabınızı buldular, maaşınız yatmış, fakat bloke edilmiş. Denizbank şubelerinden birinde hesap açtırırsanız bloke kaldırılacak, maaşınız ödenecek!

 “Öyle mi? Düşüneyim bir!”

Telefonu kapattım.

Hazır parayı alıncaya kadar anamdan emdiğim sütü burnumdan getir, sonra sizde hesap açtırayım Denizbank hazretleri! Olur.

Şimdi ne yapayım?

Ertesi gün şu Amasya’yı arayayım bir, hem de il müdürünü… Ağzıma geleni sayayım bir! Yeni hesap numarası vermişim size, hâlâ ne diye Denizbank…

Aradım.

“İl müdürüyle görüşebilir miyim? Ankara’dan arıyorum da…”

Telefon bağlandı. İçimde biriken öfkeyi boşaltayım bir güzel. Müdürse müdür!

“Ben il müdürü …. Buyurun.”

Eyvah! Kadın. Hazırladığım o güzelim cümleleri birer birer yutmaya başladım. Bütün hazırlıklar boşa gitti. Neyse, o kadar da boşa gitmedi, sert bir ses tonuyla başladım:

- Adım şu… Ankara’dan arıyorum. Sizden ve yönettiğininiz kurumdan şikâyetçiyim, hepinizden…

- Ne oldu ki?...

Durumu özetledim. İl müdürü, kendisinin vatandaşların bu tür işleri için nasıl özen gösterdiğini, ne kadar çaba harcadığını, hatta geçen gün bir emeklinin maaşını nasıl evine kadar götürüp teslim ettiğini uzun uzun anlattı. Olabilir. Ama bana ne bunlardan!

- Anladım. Bir öncekini alana kadar helak oldum. Bunu eve kadar getirmenizi istemiyorum. Yatırdığınız bankadan almamı sağlarsanız yeter.

- Telefonunuzu verir misiniz? İlgileneceğim ve sizi arayacağım.

Verdim. Yeniden bekleme faslı da başlamış oldu böylece.

Aradan iki gün geçti, telefonda, Amasya SGK’den aradığını söyleyen bir bayan memur, sorunu bir de kendisi için anlattırdı. Bir dilekçe yazıp hemen kendi eposta adresine yollamamı, bir de imzalı olanını postayla kurum adresine yollamamı, sorunu çözüp sonucu bana yine telefonla bildireceğini söyledi. Aradan bu kez yaklaşık bir hafta geçtikten sonra aradı. Oldukça üzgün bir sesle;

- Bir haftadır uğraşıyorum, strese girdim bu yüzden, olmadı, çözemedim. Ne yapacağımı da bilmiyorum, çok üzgünüm, ama yapabileceğim bir şey kalmadı.

Ne diyeyim şimdi?  

- Tamam, anlaşıldı, teşekkür ederim. Ben buradan uğraşacağım yine, ne yapalım!

Ertesi gün bir daha bir daha SGK Yurtdışı Emeklilik Servisi, yeniden S… Hanım, iyice ahbap olduk artık, tanıyor. Aynı dert, aynı tasa.

- Ne oldu yine, dedi, anlattım ben de. Bilgisayarda uğraştı etti, buldu.

- Denizbank, daha maaş yatar yatmaz bloke etmiş. Nasıl iş bu?... Para yeniden PTT Bank’a yönlendirilmiş.

Ne denir şimdi bu alçaklığa?...

Hadi orası böyle yaptı, SGK’nin oraya mecburiyeti ne? Böyle bir işi kim bilir kaç yıldır bir tek bize mi yaptı? Başkalarına da yapmış ve bunu da SGK fark ettiyse, ne hakla hâlâ bildiğini okur? Bunu böyle yapmakla eline ne geçeceğini hesaplamış olabilir Denizbank denen meymenetsiz?

Sorsan ne yazar, sövsen ne yazar!

Bu durumu Amasya’ya bildirmemi istedi S… Hanım, kendi telefonunu da vererek “Gerekirse beni arasınlar” dedi.

Arayıp söyledim. Ertesi gün yeniden aynı memur aradı;

- Pazartesi günü PTT’ye gidip maaşı alabilirsiniz, dedi.

- Alırım inşallah, dedim. Günlerden cuma idi.

Pazartesi, eve yakın PTT’ye gidip 1 saat sıra bekledikten sonra gişedeki memura kimliğimi, vekâletnamemi, hesap bilgilerini uzatıp parayı almak istediğimi söyledim. Uğraştı, kurcaladı bilgisayarda, “Böyle bir hesap yok!” demesin mi?

- Şu numaradan da yoklayın bir, bana kesin bir dille söylendi, burada para…

Yanındaki arkadaşına baktırdı, yok…

Kalktı, ilerideki camlı bölgede oturan şube müdürüne gitti. Müdür de bilgisayardan uğraştı bir süre… Sonra o da memurla birlikte çıkıp yanıma kadar geldi ve;

- Biz bulamıyoruz, siz SGK’den çözün bu işi, yapabileceğimiz bir şey yok, dedi ve dönüp odasına doğru yürüdü.

- Ya sabır, deyip ayrıldım.

Ertesi gün yine aynı evrak tomarıyla Mithatpaşa PTT’sine.

Sıram geldi, gişeye vardım. Konu, evrak ve üç-dört dakikalık bilgisayar faslı…

Memur, yandaki arkadaşına;

- Ekranda görüyorum ama açılmıyor, bir de sen dener misin, dedi, o da denedi, “Yok” dedi bizimkine. Bizimki yine uğraştı;

- Kasım ayının maaşı var, ekranda görünüyor ama sistem yanıt vermiyor, başka bir gün gelin, dedi.

Olur, bir de gelirim, iki de gelirim, işim bu nasılsa!

Çıktım. Aralık ayının son günleri ve aralık maaşının sistemde görünmeyişine takıldım yolda yürürken. O da ayrı mı uğraştıracak yine? Aman da aman, işinin adı ne, uğraş!

Kasıtlı olarak ertesi gün gitmedim, bir sonraki gün gittim ki, aralık maaşı da belki o ara PTT’ye döndürülmüş olur da şu kabir azabını bir daha yaşamam.

Yeniden gittim, yeniden memur “Sistem yanıt vermiyor” gibi bir şey söylemek üzereydi ki lafı ağzından kaptım:

- Bana yine aynı şeyi söylemeyin, bakın şu yan taraftaki arkadaş bu yana bakarsa hatırlayacak beni, iki gün önce buradaydım ve o arkadaş ekrandan görmüştü. Yok demeyin artık, şuradan şuraya adımımı atmam, gitmem buradan! Bu gün bu parayı ya alacağım, ya alacağım, dedim, öbür arkadaşının da duyacağı sesle.

O da baktı, hatırladı, “Vekâletnamesinin fotokopisi burada duruyor.” dedi arkadaşına. 

Yeniden bilgisayar ekranına döndü, biraz uğraştı, yazıcıya boş dekont kâğıdı takmaya başlayınca derin bir soluk aldım.

Dekontu “Parayı elden aldım” notuyla imzalattı, parayı makineye saydırdı, uzattı. Aldım. İşin asıl güzel yanı, iki gün önce görünmeyen aralık maaşı da içindeydi.

Böylece, eylül ortasından aralık sonuna dek, üç buçuk ayımı alan kardeşimin emekli maaşını alma çilesi, resmî yazıyla da söz verilen 2018 Ocak’ına sonlandı.

Şimdi ocak ortalarındayız ve gözüm 25 Ocak’ta. Çünkü Hüseyin’in maaşı her ayın 25’inde yatıyor. SGK sözünü tutmuş olacak mı, yoksa?...

Düşünmek bile istemiyorum.

***

Bir zamanlar Turgut Özal başbakan olmuştu, 1980 ortalarında ve o rahmetli, TV ekranlarında ayda bir yayımlanan “İcraatın İçinden” programında, elindeki kalemi izleyenlerin gözüne sokar gibi yapıp ikide bir derdi ki: “Bürokrasiyi azaltacağız! Vatandaşı bu büyük çileden kurtaracağız!”

Peşinden gelenler de aynı lafı yineleyip durdular papağan gibi: “Bürokrasiyi azaltacaaaaaazzz….”

Şimdikiler de o yılların “demokrasi kahramanları”nın vârisi ya, aynı teraneyle başladılar işe:

“Bürokrasiyi…”

Bu yaşadıklarımız, sözde “azaltılmış bürokrasi”nin nimetleri… İyi ki azaltılmış! Tadına doyamadık!

Kürsülerde şimdikilerin, aynı o liberal tuzukuruların Şeyh Edebali’den alıp kullanageldikleri “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” sözü geliyor akla. Bunu,  güya “devlet odaklı” sistemden “insan odaklı” sisteme geçmek, “halka hizmeti Hakka hizmet olarak görmenin” kendi ilkeleri olduğunu anlatmak için kullanmazlar mı bir de…

İsmet Paşa’nın sözüdür: “Hadi oradan!”

***

Ve son olarak iki soru:

  1. Bu durumda SSK (SGK)’yi kim batırdı?
  2. O maaş onca zaman neden “sistem”de görünmedi?

 

SGK Genel Müdürümüz, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız, sonra Başbakanımız, en sonra da Cumhurbaşkanlığı Sistemimiz, ne yanıt verirler acaba?

 Ankara, 13.01.2018

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault