Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

Mezra köylüleri
Mezra köylüleri (Foto: Hüseyin Arslan)

 

Tunceli Mavitur’la Kocaeli’nden yola koyulduğumuzda saat 15.00’ti. Güneşli bir sonbahar günüydü. İstanbul Gazi Mahallesi’nden  hareket eden araç, Tunceli-Ovacık’a gidiyordu. Yazıhane görevlisi Turabi Bey’i yer ayırtmak için aradığımızda, yer sıkıntısı olmadığını belirtmişti. Aradan geçen birkaç gün, yolcu sayısında artışa yol açmamıştı. Otobüste, personel dâhil, 10 kişiyle yolculuk yapıyorduk. Araçtakilerin çoğu Tunceli ya da Ovacık yolcusuydu. Ben Kırmızıköprü’ye gidecektim. Bir haftalık iznimi, 80’li yaşlarda olan anne ve babamla birlikte geçirmek için  köye gidiyordum.

Yaz boyunca büyük kentlerden kırsala akan insanlar, havaların soğumasıyla birlikte kırsal alanlardan kentlere akın eder. Sonbaharda yolculuk batıdan doğuya değil, doğudan batıya doğrudur. Bu  hareketlilik  yıllardır böyle sürer gider.

Tunceli’den İstanbul, Adana ve Mersin yönüne yolcu taşıyan otobüslerin buğulu camlarından sallanan eller yürek paralayıcıdır. Otogara kadar yürüyecek gücü olan şanslı yaşlıların sallanan yorgun elleri ağır çekim görüntüler gibidir. Benek benek eller, yılların acısını tanımlamaktadır. Oğula, kıza, toruna, belki ameliyathaneden sağ çıkamayacak hastaya  sallanan bu eller, Tunceli’nin öfkesinin, ayrılık acısının, yüreğinin derinliklerinden akıp gelen göz yaşlarının dışa vurumudur.

Tunceli insanı ağlarken gözyaşlarını içine akıtır.

Tunceli’den ayrılanlar geride gözü yaşlı anne ve babalar bırakır. Bu ayrılıklardan sonra köyler ıssızlığa bürünür, serçeler bile can sıkıntısına kapılır. Sessiz ve ıssız köyler, Tunceli’nin kaderi midir, bilinmez. Kış gelince kapısı kilitlenen evlerin sayısı artar. Kapısına kilit vurulan haneler hüzün vericidir. Bunun nedeni, ekmek parası için insanların kentlere mahkûm edilmesidir. Tarımı ve hayvancılığı yok eden sistem, insanımızı çokuluslu şirketlerin hizmetçisi olmaya mecbur etmektedir.

Mavitur,  Pülümür’e erken saatte vardı.  Araç, Pülümür’de, o saatte kapalı olan Pancılas Restaurant’ın yanında durduğunda saatler 03.00’ü gösteriyordu. Otobüsümüz, Pülümür’den sonra  Kırmızıköprü’ye gidecekti.  Kırmızıköprü’de sadece bir yolcu inecekti, o da bendim! Anne ve babama geleceğimi haber vermemiştim. Sabah erken saatlerde uyandıklarını bildiğim için kapıda karşılaşmayı planlamıştım. Aracın köye vardığı saatte günün ağaracağını tahmin ediyordum. Pülümür-Kırmızıköprü arası, 18 km’dir. Bu da köye karanlıkta varacağım anlamına geliyordu. Otobüs biraz oyalandığı için Kırmızıköprü’ye saat 03.45’te ulaştım. Renkli gözlü, çalışkan servis memuru inerken beni uyarıyor:

Bu karanlıkta sakın köy yoluna düşmeyin. Ne olur ne olmaz...

Çok haklı, ama yolum  kısa. Eve yaklaştığımda çalılar arasından havlayan Gümüş beni karşılıyor. Belli ki o da yalnızlığa isyan etmiş. Bahçe kapısından birlikte sessizce geçiyoruz. Bu saatte kapı çalmak,  ürkütücü olabilir. Kapıyı çalmıyor, günün aydınlanmasını bekliyorum. Hava çok soğuk, üşüyorum. Arada bir ellerimi ‘hoh’layarak nefesimle ısıtıyorum. Gümüş oyun oynamak istiyor, onu kırabilir miyim, asla! Yaklaşık yarım saat birlikte oynuyoruz. Hafif bir rüzgâr esiyor. Sararmış yapraklar rüzgâra karşı koyamıyor. Yere düşen yaprakların sesini duyabiliyorum. Yıldızlar o kadar parlak ki, onlara göz kırpıyorum. Elma ağacının gövdesine yakın bir yerde geceye renk katan ateş böceğini selamlıyorum. Gecenin sessizliğini bozan seslere kulak veriyorum. Bir bozayı ya da başka canlı olabilir mi?

Belki, ama göremiyorum.

Yıldızlar yavaş yavaş ‘sönmeye’ başlıyor. Sabırsız horozumuz, uzun uzun öterek yeni bir günü müjdeliyor. Elma ağaçlarında konaklayan saksağanlar da hareketleniyor. Gün ağarıyor, Tunceli uyanıyor. Aydınlık bir güne merhaba diyorum. Evin yakınındaki ceviz ağaçlarının yanına koşuyorum. Biraz ısınmanın ne zararı olabilir. Yerlerde biriken yapraklar bana çocukluğumu hatırlatıyor. Ceviz dallarına konan serçeler ve saksağanlar, yaprakları kar taneleri gibi döküyor. Yerlerde biriken kalın yaprak katmanı, beni çocukluk günlerime götürüyor. Saklambaçta ceviz yapraklarının altına gizlenmek, en çok keyif aldığımız oyunlardan biriydi. Cevizin kendine özgü  kokusunu yıllar sonra yeniden almak, mutluluk verici... Gökyüzüne kavuşma umudunu koruyan uzun kavakların turuncu ve kızıl yaprakları, rüzgârla hareketleniyor. Kavak deyip geçmeyin,  hafif bir esintide bile yaprağı kendine özgü  ses çıkarır. Bir doğa tutkunu,  kavağı, hışırtısından tanır.  Vadide tek tük rastlanan çınar ağaçları da sararmaya başlamış.   Meşe inatçı ağaçlardan, sararıp solmamak için direnç geliştiriyor. Meşenin, dağ keçilerini aç bırakmama çabasını el çırparak kutluyorum. Ellerimden yayılan ses, vadiye karışıyor. Salördek deresini seyretmeden rahat edemem. Duvarın üzerinden dakikalarca dereyi seyrediyorum. Pülümür Çayı’na sabırla akan dere, minik damlacıklarıyla bana gülümsüyor...

Sabahın buz gibi havasıyla kendime geliyorum.

Birkaç günlüğüne köye gelen ablam kapıyı açıyor. İçeri giriyorum. Önce babam, ardından annem salona giriyor. Hepimiz sevinçten kanatlanıyoruz. Dışarıda geçirdiğim soğuk saatleri çabuk unutuyorum. Birbirimize sarılıyoruz. Anne ve baba sevgisi insanın içini ısıtıyor. Onları her gördüğümde biraz daha yaşlanmış olduklarını fark ediyorum. Buna üzülsem de, kendi işlerini yapacak durumda olmalarına seviniyorum.

İlk gün Mezra köyüne gidiyoruz. Köylülerimiz iş başında. Kuşburnu toplayanların bir kısmıyla görüşemeden evimize dönüyoruz. Köyde bu kışı yine tek başına geçirecek olan yaşlılarla vedalaşıyoruz. Gelecek tatilde buluşmak üzere sözleşiyoruz. Gözden kayboluncaya kadar dönüp dönüp onlara bakıyorum. Köy yolunda kendime soruyorum:

Tekrar gelişimde acaba onları  görebilecek miyim?

Sonbahar, bu soru için en uygun mevsim midir yoksa?

Kırmızıköprü sonbaharı yaşıyor. Bölge zorlu kışa bir  adım daha yaklaşıyor. Pülümür Vadisi’ni okşayan poyraz, vadideki bütün canlılara öpücük konduruyor.  Bu öpücük, kapıyı çalmak üzere olan uzun ve soğuk kış günlerinin habercisidir. Munzur’un doruğunda pantolon yaması gibi duran kar, bütün canlıları harekete geçiriyor. Pülümür Vadisi’nin sakinleri zorlu kışa hazırlanıyor. Sincaplar, vadiyi kaplayan ceviz ağaçlarının kovuklarına kışlık yiyeceklerini depoluyor. Bozayılar  vücutlarında yağ depolayarak kışı geçirme çabasında.  Dağkeçileri sarp kayalıklarda kışı ağırlamak için harıl harıl çalışıyor. Tilkiler, tavşanlar, sürüngenler, yaban kedileri, kartallar, keklikler, güvercinler, saksağanlar, serçeler, baykuşlar  ve daha niceleri zor geçeceği tahmin edilen kışı bekliyor.

Pülümür Çayı, yağmur ve eriyen kar suyundan aldığı yükü kayaları döve döve; söğüt, akasya, çalı süpürgesi ve kavaklara çarpa çarpa taşımaktan yorgun görünüyor. Kurak yaz mevsiminden dolayı su iyice azalmış. Yan yatarak sizi selamlayan balıklar sonbaharın bu güzel günlerinin tadını çıkarıyor. Kaymaztepe köyünde doğan, Mezra köyünü dolanarak Pülümür Çayı’na akan Pişi deresi, susuz yaza direniyor. Dere, Pülümür Çayı’na son damlalarını da akıtarak can veriyor. Akdik deresi, susuz yaza teslim olmuş, boğazı kuruyan yolcu gibi bir damla suya hasret. O da ilkbaharla birlikte Pülümür Çayı’na kavuşmanın özlemini çekiyor. 

Pülümür köylüleri de kışı karşılamak için çalışıyor. Gücü kuvveti yerinde olanlar tarhana ve  kuşburnu marmeladı için kolları sıvamış. Peynirler bidonlara, tulumlara basılmış.  Kış için odun ve soba lazım. Eskiyen sobaların yerine yenileri alınıyor.  Odunlar doğranıyor.  Tunceli sert  ve uzun kış için seferber oluyor. Tunceli yaşlıları yerinde oturur mu hiç, onlar da görev başında! Kimi kepçeyle marmelat karıştırırken kimi  koca kazanların altındaki ateşi tazeliyor. Kışlık yiyecekler mutfaklara taşınıyor. Bunların başında un, şeker, çay, tereyağı, çökelek geliyor. Biraz parası olanlar gün kurusu ve dut alıyor. Bazıları tarlalarda boy veren, her biri özgün tada sahip yaban armudu kurutuyor. Alıç, armut, erik turşusu kuranlara da rastlanıyor. Eskiden kavurma yapılırdı, ama günümüzde kavurma yapanlara pek rastlanmıyor.

Tunceli,  yaşlılarını köylerde yalnızlıkla baş başa bırakan uzun bir kışa hazırlanıyor.

Kış, mezarlıkların da yalnızlık mevsimidir.   Mezra ve Salördek köylerinin mezarlıkları, sararıp solan yaprakların altında kederli ve soğuk kışa hazırlanıyor.

Köyden ayrılırken, anne ve babamı yalnızlıklarıyla baş başa bırakmanın üzüntüsünü yaşarım. Onlardan her ayrıldığımda içim burkulur. İki yaşlı insanı ıssız bir köyde yalnız başlarına bırakmak, içimi sızlatır. Her ayrılıkta, camdan el sallarken, kendime aynı soruyu sorarım:

Onları bir daha görebilecek miyim?

Bu soruyla ezilir yüreğim. Onları doğup büyüdükleri yerden koparmak, yüzyıllık bir çınarı yerinden oynatmaya benzer. 80’lik yaşlıları büyük kentlerin karmaşasına sürüklemek, bizim Keşiş Yaylası’nda bozayılara ev sahipliği yapan dev gövdeli ardıcı kökünden sökmekten farksızdır. Onlar doğup büyüdükleri bu köyden başka bir yerde ölmek istemeyen insanlardır. Bu dirence,  biz de iznimizin tamamını onlarla geçirerek ortak oluyoruz.

Bizim evde her perşembe akşamı mum yakılır dua edilir. Anneannem zamanında mum yerine tütsü yakılırdı. Tütsünün ana maddesi, tereyağına batırılmış patiskaydı. Elektriğin olmadığı yıllardı. Patiska aleviyle karanlık aydınlanırdı. Rahmetli anneannem, okur yazar değildi, ama  dua ederken 12 İmamları adlarıyla anardı. Onu 2000 yılında kaybettikten sonra bayrağı annem devraldı. Çoktandır annemin perşembe akşamları yaptığı duayı duyamayacak kadar uzaktaydım. Bir haftalık iznimde perşembe akşamı annemin dua ederken akıttığı gözyaşlarına yeniden tanık oluyorum. Bir insan nasıl olur da bu kadar gözyaşı akıtabilir?

Tunceli yine zorlu bir kışa hazırlanıyor. Geride karlı ve soğuk kış gecelerinin yalnızlığıyla baş başa gözü yaşlı anne ve babalar bırakarak. Annemin perşembe akşamı mum ışığında dua ederken gözlerinden akan yaşları dakikalarca seyrediyorum. Bu gözyaşları ne zaman dinecek, ne zaman gülecek bu insanlar? Zorlu kış günlerinde yalnızlığa mahkûm edilmişlikten ne zaman kurtulacaklar?

Tunceli zorlu bir kışa daha hazırlanıyor.

Otobüse binerken yaşlı annem ve babam beni yalnız bırakmıyor. Otobüsün buğulu camlarından onlara gülümseyerek el sallıyorum. Onların yüzünden yansıyan bin yıllık hüzne gözyaşları karışıyor. Onlar da bana el sallıyorlar. Ağır ağır sallamışlardı ellerini. Toprağı seven, çalışkanlığı ve üretkenliği simgeleyen eller...  Öpülesi eller...

Otobüs hareket ettiğinde yine o soruyu soruyorum kendime:

Onları bir daha görebilecek miyim?

 

(Kırmızıköprü/Pülümür, 21.10.2017)

 

(*) Bu yazı, 25.10.2017 tarihli “Tunceli Emek” gazetesinde yayımlanmıştır.

http://www.tunceliemek.com.tr/NewsDetail/PULUMUR-KIRMIZIKOPRUDE-SONBAHAR/169/39368

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault