Doğal hayat... Organik ürün... Köy tereyağı... Çiçek balı... Liste uzayıp gidiyor. Listeye sizin de ekleyecekleriniz olabilir. Doğal hayatı hepimiz severiz. Doğayla iç içe olmak, temiz hava solumak, masmavi gökyüzünü doyasıya seyretmek, gece vakti yıldızlara göz kırpmak... Eğer büyükşehirde yaşıyorsanız, bu tür beklentilerinizin olması son derece doğal.

            Kirli hava, gürültü ve çarpık kentleşme, doğaya duyulan özlemi artırıyor. Tek katlı bir köy evinde yaşamak, odun ateşinde çay demlemek, soğuk kış gecelerinde cayır cayır yanan sobanın közüne kestane sürmek birçoğumuzun hayallerini süslüyor.

            Bir kır evinde aşk ilanı, duygusuzluğun hüküm sürdüğü 21. yüzyılda sıra dışı bir eylem olarak görülebiliyor:

            Gördün mü, sevgilisi, Esin’e, Uludağ’ın zirvesinde aşkını ilan etmiş!

            Aşkın ilan edildiği yerin mutluluğa etkisi ile ilgili bilimsel bir çalışma yok. Eğer böyle bir çalışma olsaydı, konuyu daha rahat konuşuyor olacaktık. Söz gelimi, Erciyes’in doruğunda ilan edilen aşkın ömrü ne kadardır?   Saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, mevsim, yıl? Buna mantıklı bir cevap vermek olası değil. Aşkın ilan edildiği mekânlar, ilişkinin ömrünü belirleyebilir mi? Diyelim ki bir simit sarayındasınız ve sevdiğiniz kişiye aşkınızı ilan ettiniz. O mekânda başlayan ilişki, boğazda bir balık lokantasında başlayan ilişkiden daha mı az ömürlü olur?

            Pahalı mekân-mutluluk ilişkisi kurmak, akıllıca bir yöntem olmasa gerek.

Gösterişli ve pahalı düğünlerin, evliliğin ömrünü uzattığı görülmemiştir.

            Doğal hayat tutkusu, ikili ilişkilerde olduğu gibi, insanın yaşantısını bütünüyle etkiler. Dumandan, gürültüden, hileli besinlerden, gerginliklerden uzak bir yaşam sürdürme düşüncesinin faturası bazen ağır oluyor.

            Büyükşehirler insanın akıl ve ruh sağlığını bozuyor. Kontrolsüz öfke ve saldırganlık, insan ilişkilerini yıkıma uğratıyor. Kentlerin güvenliği, düne oranla bugün daha büyük bir sorun olarak görülüyor.

Aracınızı biraz yavaşlatıp yayaya yol verdiğinizde başınıza gelmeyen kalmıyor. Arkanızda bekleyen öfkeli bir sürücünün üzerinize yürümesi, sürpriz olmaz. Bıçak ya da ateşli bir silahla yaralanmamanız, şanslı bir insan olduğunuz anlamına gelir. Muharebeyi hafif sıyrıklarla atlatarak ‘gazi’ de olabilirsiniz. İşin sonunda sakat ya da yatağa mahkûm olmak da var.

Bütün bunlara karşın, yaya geçidindeki bir insana yol vermenin bedelini hayatıyla ödeyenlerin olduğunu düşünerek kendinizi mutlu sayabilirsiniz.

            Aracım olmadığı için işe yürüyerek gidiyorum. Bu da beni araç sürücülerinin gazabından koruyor. Yeşil ışık yansa da ben araçların durmasını sabırla bekliyorum. Karşıdan karşıya geçerken ışıkta duran araç sürücülerine gülümseyerek selam veriyorum. Ne olur ne olmaz! Psikopatı var, sarhoşu var. Trafik yetkilileri, bazı şizofrenlerin ehliyet sahibi olduklarını itiraf ediyor. Bir şizofrenin, tam geçerken, aracı hızla üzerime sürebileceği endişesi, beni beş altı saniyede dünyanın en mutlu insanı yapıyor.

            Mutluluk bana olağanüstü bir enerji veriyor.

            Sabır ve dayanıklılık, mutluluğun ‘bonus’u sayılır.

            Gerginlikten kurtuluyor ve çevreme gülücükler dağıtıyorum!

Kırmızı ışıkta bekleyen araç sürücülerine gülümsüyor, bu örnek davranışlarından dolayı kendilerini kutluyorum. Motosiklet, elektrikli bisiklet, traktör, at arabası sürücüleriyle uzun araç sürücüleri arasında herhangi bir ayrım yapmıyorum. Sarı kamyonun direksiyonunda öfkeyle bekleyen pala bıyık sürücüye de selam veriyorum. Onun kırmızı ışıkta durarak biz yayaların hayatta kalmasına göz yumması, büyük bir fedakârlık örneği olarak tarihe geçecektir.

Karşıya geçerken bu kadar ‘bonkör’ olmamın nedeni, trafik yetkilisidir.

Duruyor numarası yapan otomobil sürücüsünün şizofren olmadığını kim garanti edebilir? Kırmızı ışıkta bekleyen sürücülerden birinin mutlaka şizofren olduğunu düşünüyorum.

            Şizofrenlerin gönlünü hoş tutmak gerek. Kendilerine karşı komplo kurulduğunu, zarar vermek için fırsat kollandığını düşünerek bir manevrayla sizi ezebilirler. Trafik suçu pek ağır da sayılmaz. Hem, ehliyet sırasında kendisine konulmayan şizofren teşhisinin ölümünüzden sonra konulacağından emin olabilirsiniz.

            Şizofren, psikopat, sabırsız sürücülere karşı geliştirdiğim önlemler sayesinde, şu fâni dünyada ömrümün uzadığını kim inkar edebilir. Ne var ki kentlerde farklı gerekçeler öfke patlamasına kaynaklık edebilir. Suyun bu gerekçeler arasında sayılması sizin için şaşırtıcı olabilir.

            İnanmayabilirsiziniz, ama kentlerde öfke patlamasının nedenlerinden biri de sudur.

           Sudan bahaneler, bazen, yaşamı çekilmez hâle getirebilir.

            Rakı şişede, su çukurda durmuyor. Suyun canavara dönüştüğüne sık sık tanık oluruz. Belediye başkanları, kentleri âdeta tıraşlayan sel facialarını ‘kader’le perdeleme görevinde uzmanlaşmışlardır. Sele kapılan insanların cenaze törenlerinin kusursuz yapılması, belediyelerin kutsal görevlerinden biridir. Suyun yarattığı yıkımın yüzlerce türü var. Benim suyla ilişkim çocukluğumda başlamıştır. Keşiş Yaylası’nda, dere kıyısında, tenekede ısıtılan suyla yıkandığımızda dört ya da beş yaşlarındaydık. Ağustos ayında bile derenin üstü çığla kaplı olurdu. Çığın altından, kıvrılarak, buz gibi duru su akardı.

            Sabah erkenden Keşiş yoluna düştüğümüzde, Akdik (Şihan) köyünün altındaki Çemesol deresinde mutlaka yüzerdik. Çemesol’un suyu pırıl pırıl ve çok soğuk olur. Kırmızı benekli alabalığın yaşam alanı olan bu derede yüzerken hastalandığımızı hatırlamıyorum.

            Kırsal alanlarda ateş üzerinde ısıtılan su, büyük tehlikeleri beraberinde getirir.

Kazanlarda kaynatılan suyu deviren ‘haylaz’ çocukların bir çoğu soluğu hastanelerde alır. Ciddi kazalarda, yaşama göz yuman bebek ve çocukların acı öyküleri belleklerdeki yerini korumaktadır.

Pülümür Çayı’nda ya da Çemesol’da yüzerken, birbirimize su sıçratırdık.

Üzerimize sıçrayan su yazın serinlikti.

Uzun bir yolculuğa çıkarken kovayla boşaltılan su, ‘sağlıcakla git, sağlıcakla dön’ demekti.

O zaman su temizdi.

Şimdi sular da kirlendi, kirletildi. Dünyayı çöplüğe çevirenler, suyu da ihmal etmediler.

Suyun kirlenmesi, bizim orta yaşlarımıza denk geldi.

            Araç sürücüleriyle temasım yağışlı havalarda ‘su’dan kaynaklanır.

İş yerime yürürken su benim en büyük kâbuslarımdan biridir.

            Çukurları dolduran yağmur suyu bazen felaketim olur. Nisan ayında kuru temizlemeden yeni aldığım takım elbisemi giydiğim gün başıma gelenleri bir türlü unutamıyorum. Yavaş gelen bir otomobil, geniş yoldaki tek çukura düşme becerisini gösterince ben de sıçrayan sudan yeterince nasiplenmiş oldum. Çamurlu su yüzüme sıçradı. Yüzümü temizledikten sonra anladım ki en büyük felakete giysilerim uğramış. Pırıl pırıl ceketim ve pantolonumdan süzülen kirli su, elbisemi klasik çizgili takıma dönüştürmüştü. Beyaz gömleğim ve kravatım da kirlilikten üzerine düşen payı almış.

            Üstümü başımı mahveden aracın sürücüsüne doğru iki elimi uzatarak seslendim:

            “İnsan önüne bakar!”

            Arabasını yana çeken sürücü elinde satırla bana doğru yöneldi. Tahminen 30’lu yaşlarda bir delikanlıydı. Üstümün başımın çamur olması yetmiyormuş gibi şimdi bir de doğranma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Kaçmak için zamanım yok. Yakınımda sığınacak bir yer de bulamıyorum.

Elimi belime attım ve yüksek sesle bağırdım:

            “Bir adım daha atarsan, canına okurum!”

            Adam arabasına doğru yöneldi ve hızla yanımdan uzaklaştı.

            Belimde ne taşıdığımı merak edenler olabilir. Bir oyuncak tabanca... Beş yaşındaki oğlum Saldıray’ın oyuncak tabancası, gerçeğini aratmıyor. Oğlum oynarken biraz zarar gördüğü için bir arkadaşıma tamir için götürüyordum.

            O olaydan sonra oyuncak tabancayı mülkiyetime geçirdim.

            Kendimi güvende hissedebilmem için bundan daha iyi bir fırsat olabilir mi?

            Bütün bunlar, büyükşehirlerde güvenlik sorunun halledilmesi için yeterli önlemler olarak görülemez. Devletin, suça ve suçluya karşı daha etkin önlemler alması gerektiği ortadadır.

            Devlet büyüklerinin, bazı kişilerin suçsuzluğu için harcadığı çabayı görmezlikten gelemeyiz. Bazen bunun tersi de geçerli olabilir. Suçsuz olduğu bilinen birinin suçluluğunu kanıtlamak için tüm yetkililerin seferberliği göz yaşartıcıdır. Buna çok sayıda örnek verilebilir, ama ben adliye koridorunda, göğsündeki bıçak yarasının izlerini gösteren Tarkan Kibarbey’in yaşadıklarından söz etmenin yeterli olacağı kanısındayım. Otopark tartışmasında aracından inen kravatlı bir maganda, direksiyon başındaki Tarkan Bey’in kafasını levyeyle kırdıktan sonra bıçaklamayı da ihmal etmemiş. Yaralı sürücü ölümden döndüğü hâlde, maganda salıverilmiş.

            Büyükşehirlerin güvensiz ortamı insanı tetikte durmaya zorluyor.

            Oysa insan sürekli tetikte kalarak yaşamını sürdüremez.

            Çayınızı ya da kahvenizi içerken, dostlarınızla sohbet ederken, üretirken rahat olmak zorundasınız. Korkuların tutsağı olmuş insanların yaratıcılık duyguları bile körelir. Biz de bu gerçeği göz önünde bulundurarak büyükşehrin dayanılmaz atmosferinden ayrılmanın yararlı olacağı kanısına vardık. Bizim kentleri değiştirme gücümüz olmadığına göre kentlerden uzaklaşmanın çare olacağını düşündük.

            Bu yıl ailece, büyükşehirden ayrılmaya karar verdik. Daha güvenli ve doğal bir hayat sürdürebileceğimizi düşündüğümüz köyümüze döndük. İnsan zora girince baba evine sığınır. Biz de öyle yaptık.

            Huzur arıyorduk.

            Su ve toprakla buluşmak, maviliklerin ve yeşilliklerin içinde kaybolmak en büyük özlemimizdi.

            Artık masmavi bir göğün altında, yeşilliklere gömülmüş durumdayız.

            Gece vakti yıldızları sayıyoruz.

            Ceviz ağaçlarının serin gölgesinde kahve içiyor, Salördek deresinin sesine kulak veriyoruz.

Köye geldiğimiz ilk gün, oğlum Saldıray, belimdeki silaha el koydu. Kentte gururla taşıdığım oyuncak tabanca artık gerçek sahibinde. Saldıray, silahla ortalığı savaş alanına çeviriyor. Bizim saldırgan horozumuz, Saldıray’ın korkusundan dolayı günlerdir kümesten dışarı çıkamıyor.

Saldıray, üç yaşındaki kız kardeşi Ekin’le oynarken de silahı elinden düşürmüyor.

Kız kardeşiyle oyunlarında bile silah onun en büyük yardımcısı.

Kız kardeşinin küçük bebeğini koca kütüğün üzerine koyarak ateş ediyor.

Tak tak tak tak tak!...

            Saldıray, gündüz vakti yerinde durmuyor. Suya giriyor, kardeşini iteleyerek düşürüyor, bahçedeki domates ve biber fidelerini kökünden koparıyor. Eline geçirdiği kurbağaları küçük dilimlere ayırıyor, bahçedeki karıncalara âdeta soykırım uyguluyor.

            Huzur için yerleştiğimiz köy, Saldıray’ı tam bir canavara dönüştürüyor.

            Oğlumun en tehlikeli oyunlarından biri de arı kovanlarının içini söğüt dalıyla karıştırmasıdır. Elindeki ince dalla, burun karıştırır gibi, kovanı karıştırması arıları çileden çıkarmıştı. Kafkas arıları söylendiği kadar uysal değil. Geçen gün kovandan havalanan arı kümesi, Saldıray’ı dört ayrı yerinden sokunca soluğu sağlık ocağında aldık. Dudağı, sol gözü ve iki ayrı kolunda şişlikler oluştu. Sol göz kapağı tamamen kapandı. Dudağı balon gibi şişti. Kısa sürede bu kadar şişmanlaması, hepimizi şaşırttı.

Arı zehrine karşı alerjisi olmadığı için rahat bir nefes aldık.

Meşe ormanıyla kaplı köyümüz, hayvan türü bakımından oldukça zengin. Ayı, kurt, sansar, tilki, sincap, yaban kedisi (vaşak), dağ keçisi, kartal, keklik, güvercin, serçe, alabalık benim aklıma gelenler... Son yıllarda varlığını en çok hissettiren hayvanların başında ayı geliyor.

Ayılar, hava kararır kararmaz köylere iniyor. Ayının varlığından, Gümüş harekete geçince haberdar oluyoruz. Yaklaşık bir metrelik çitten atlayan Gümüş, ayılara doğru koşuyor. Ayının köpeğe aldırdığı yok. Gümüş ne kadar havlarsa havlasın ayının umurunda değil. İşini tamamlamadan bölgeyi terk etmiyor.

Ayının, köpeği ciddiye almadığına geçen gün tanık olduk.

            Evimize yaklaşık 20 m uzaklıktaki erik ağacında karnını doyuran boz ayıyı seyrediyor, ay ışığında parlayan derenin güzelliklerine doyamıyoruz. (Ayının, ağacın altında havlayan Gümüş’e ve tenekeyle çıkardığımız gürültüye aldırmadan yaklaşık 30 dakika ağaçta erik yediğini belirtmeliyim).           

Bunlar köyün güzellikleri...

Bir de yaşamadan anlayamayacağınız zorlukları var ki, anlatılacak türden değil.

Köye ayak bastığımız günün akşamı, ünlü ‘12 kişilik’ masada unuttuğum gazeteyi almak için bahçeye gittim. Zifiri karanlıkta önümü göremiyorum. Birden, çamaşır teli olarak kullanılan kalın siyah kabloya takıldım. Sendeledim... Alnımdaki sızı geçmeden bu kez çukura düştüm ve ayağımı burktum.

Öfkeyle eve döndüm.

Karanlıkta elektrik anahtarını ararken başımı kapının sert kenarına çarptım! Kapıların eşiğini unutmuşum meğer. Neye uğradığımı şaşırdım. Burnumun kırıldığını sandım. Uzun süren acıdan sonra bulabildiğim karyolaya uzandım. Bu sefer de başımı karyolanın sert başlığına çarptım.

1978 model karyolanın tehlike saçtığını nasıl bilebilirdim.

Organik kahvaltı için dört gözle sabahı bekliyorum. Dolunay, odanın içini tamamen aydınlatıyor. Dinlendiren bir sessizlik... Gürültüden uzak bir yerde yaşamak huzur verici. Kurbağa vraklamaları ve böcek sesleriyle keyifli bir uykuya dalıyoruz. Arada bir havlayan Gümüş, gecenin sessizliğini bozuyor. Derken duman kokusu, sabahı müjdeliyor. Annem, bahçenin kenarındaki kuzineyi erkenden yakmış, doğal bir köy kahvaltısı için kolları sıvamıştı.

Saldıray ve Ekin, anneleriyle birlikte çoktan bahçeye inmişler...

Bahçedeki çeşmede elimi yüzümü yıkıyorum.

Sofraya oturmadan önce kuzinede demlenen çayı ve ısınan köy ekmeğini alma görevini üstleniyorum. Ekmeği annemin pişirmesi, iştahımızı artırıyor. Kuzineden ekmeği almaya çalışırken, fırın kapağının elimi yakabileceğini akla getirmemenin acısını çekiyorum.

Sağ başparmağım ve işaret parmağım yanıyor.

Elimdeki ekmeği yere düşürüyorum.

Buz için kendimi mutfağa atarken ayağım kapı önündeki süpürgeye takılıyor ve yere yuvarlanıyorum.

Gözlüğüm fırlıyor ve kırılıyor.

Köyde ilk maddi kayıp, gözlük oluyor.

Gözlüğümün kırılması, yeni felaketlere kapı aralıyor.

Organik yumurtayı soyma görevinin beni çıldırttığını söylemeliyim. Yumurta soymak hakikaten zor iş. Kabuk soyulmuyor! Organik yumurtayı kabuğundan ayırmak, maharet gerektirir. Beceriksiz bir yumurta soyucusu, yumurtanın yarısını kabuğuyla birlikte çöpe atar.

Biz kalabalık bir aile sayılmayız, ama topu topu altı yumurtayı soyarken çay bayatlar, ekmek soğur, balarıları sofradaki yerini almaya başlar.

Kahvaltıya biraz geç başlasak da iştahımız yerinde....

Acaba taze ekmek ve çayın tadını çıkarmak için, çiftlik yumurtası mı yeseydik? Çiftlik yumurtalarının ne kadar kolay soyulduğu, tecrübelerle sabit.

Organik beslenme için odun ateşinin önemi yadsınamaz. Köy kahvaltısı demek, soba ateşi demektir. İkinci gün sobayı yakma görevi bana aitti. Bu görevi heyecanla üzerime alıyorum.

Sabah sobayı yakmak için sessizce dışarı çıkarken Saldıray da ardıma düşüyor.

Sobadaki külü temizlerken elim kapağa takılıyor ve kanıyor.

Sobayı kuru meşe odunlarıyla dolduruyorum ve kibritle tutuşturmaya çalışıyorum. Soba yandı diye sevinirken sönüyor. Bu sefer üfleyerek tutuşturmaya kalkışıyorum. Nefesim kesiliyor, ama soba bir türlü tutuşmak bilmiyor.

Saldıray, bu arada boş durmuyor.

Sobayı bilinçsizce yakma girişimi, köyü dumana boğuyor.

Komşumuz Ali Konuksever, yangın çıktı düşüncesiyle koşa koşa yanıma geliyor. Durumu anlayınca gülümseyerek hemen birkaç kuru dalla sobayı tutuşturuyor! Dumandan artık eser yok. Beceriksizliğime mi, sobayı yakmak için geçirdiğim yarım saate mi, yaralanan parmağıma mı yansam bilemiyorum.

Ben ki soğuk ekmeği tost makinesinde rahatlıkla ısıtabilen biriyim...

Başarısızlıkla sonuçlanan bu ilk soba yakma deneyimi beni karamsarlığa yöneltiyor. Burada yaşamak, ayakta kalmak için soba yakmak, odun doğramak, patlak vanayı ve musluğu değiştirmek, 50 kg ağırlığındaki un çuvalını sırtlamak, sabahın köründe kalkıp bahçeyi sulamak, kapıya dayanan ayıyı uzaklaştırmak gibi her biri ayrı uzmanlık gerektiren işlerin yapılması gerekiyor.

Kendimi mesleğe yeni başlamış aday bir memur olarak görüyorum. Ufak tefek sıyrıklarla köyde yaşam becerisi kazanacağım konusunda kendime güvenmek zorundayım.

Köy deyince akla ilk gelen canlılardan biri de kuşkusuz kedidir. İkisi bize ait olmak üzere, dört kedi, evin etrafında kesintisiz devriye görevi yürütüyor. Kardeş   iki kedimizin adı da aynı: Boncuk.  Birinci Boncuk, bu aralar akşam eve dönmüyor. İkinci Boncuk da kendisine saldıran bir kedi yüzünden huzursuz günler geçiriyor.. Saldırgan kediyi gördüğünde dev çam ağacının doruğuna çıkan Boncuk, saatlerce orada kalıyor! Altta saldırgan kedi, üstte ise Boncuk!

Hepimiz Boncuk’u uysal, insan haklarına saygılı bir kedi olarak bilirdik. Bunda Boncuk’la ilgili referansların etkili olduğunu belirtmeliyim. Miyavlarken insanı hüzünlendiren bir kedinin saldırgan olabileceğini hiç düşünmemiştik.

Boncuk’un son eylemi, hepimizi şaşırttı.

Boncuk, bugün yapacağını yaptı! Kendisine dokunan Ekin’in yüzünü tırmalayarak çizdi. Kızımın sol yanağında bıraktığı iz, hepimizi üzdü. Kardeşinin acı çığlıkları, Saldıray’ı harekete geçirdi. Boncuk’a haddini bildirmek için belindeki tabancaya sarılan Saldıray, Mohaç Meydan Muharebesi’ni aratmayan bir mücadeleye girişti.

Boncuk, Saldıray’dan kurtulmak için kuzinenin bulunduğu kulübeye yönelince, Saldıray kulübeye koştu. Ayağı sobanın yakınındaki oduna takıldı. Devrilen odun, kuzinede kaynatılan sütü devirdi ve ortalık ana baba gününe döndü. 10 litre sıcak süt dökülmüş, Saldıray ve babaannesi, ölümden dönmüştü.

Üst üste gelen acı olaylardan sonra daha dikkatli olmaya karar verdik.

Sütten ağzımız yanmıştı.

Benim doğal beslenme tutkum, eskiye dayanır. Köyde elverdiğince doğal ürünlerle beslenerek sağlığımı koruma düşüncesi, bana pahalıya patladı. Bahçemizde beş altı ayrı elma türü bulunur. Bunlardan ‘yaz elması’ olarak tanımladığımız elma, erken yetişir. Çabuk yetişen elma pek dayanaklı değildir. Günde birkaç elma yemek için ağacın en uç dallarına uzanırım. Tepedeki meyveler, güneşten dolayı daha kaliteli olur. Kısacık ömrüme ömür katmak için bende kaliteli elmaya karşı bağımlılık duygusu gelişti. Elma yemek için tırmandığım ağaç, az daha yaşamıma mal oluyordu. Sağ elimle tepedeki kırmızı elmaya biraz uzanınca neye uğradığımı şaşırdım.

Sağa sola çarpa çarpa yere düştüm. Düştüğüm elma ağacını 1977 yılında dikmiştik. Ağaç 40 yaşındaydı! Elma fidanını Erzincan Buğday Meydanı’ndan almıştık. Ağaçtan yere yuvarlanırken sürtündüğüm dallar ve ağaç gövdesinden dolayı yara bere içinde kaldım ve giysilerim yırtıldı. Bileğimdeki saatin ağaç dalına takılı kaldığını ertesi gün öğrenebildim.

Kaliteli elmanın bedelinin ne olduğunu siz de tahmin edebilirsiniz:

Sol kolum kırıldı!

Pülümür’de tedavi olma olanağım yok, çünkü ilçede kırıkçı-çıkıkçı olmadığı için acı içinde Erzincan yoluna düştüm.

Pülümür Lisesinde öğrenci olduğumuz yıllarda, Pülümür’de, kırık-çıkık uzmanı bir esnaf vardı: Şükrü Aksakal. O yıllarda ortopedi uzmanına muayene olma alışkanlığı yoktu. Kırık ve çıkık konusunda sorunu olanlar hemen Şükrü amcaya giderdi. Sağlık Ocağının arkasında top oynarken parmağında çıkık oluşan okul arkadaşım Zeki Yaman, kırıkçı Şükrü Aksakal’da tedavi olmuş ve iyileşmişti.

Erzincan’da kolum sargıya alındı. Köye tek kolla dönmek, sıkıntılı bir durumdu. O hâlde giyinmek, yemek yemek, el yüz yıkamak ne zormuş meğer. Tek elle yazı yazmak, kitabın sayfalarını çevirmek, gazete okumak da öyle… Kızım Ekin’i yanıma bile yaklaştırmıyorum. Saldıray’ın aşırı hareketliliğinden kaynaklanan tehlikeleri önlemek için en basit güvenlik önlemlerini bile alamıyorum. İki el bir insan, tek el yarım insan! Kolum askıda olduğu sürece yarım insanım! Tek el, iki elle kısa sürede tamamlanan işlerin uzamasına neden oluyor.

Kolum askıya alınınca işlerimi aksatmamanın yollarını aradım. Aklıma ilk gelen, sabah erken uyanmak, akşam geç uyumak oldu. İş gücü kaybını en aza indirmek için bu çözüm oldukça etkili oldu. Köyde tek elle yapamayacağım işleri de bu arada keşfetmiş oldum: Odun kesmek, iki kulplu ağır tencereyi taşımak, ağaca çıkmak, bisiklet ve el arabası kullanmak, kazma kürek işleri, bıçak ya da makasla herhangi bir nesneyi kesmek vb.

Kırılan kol köydeki doğal hayatı âdeta çekilmez hâle getirdi.

Henüz yeni bir gözlüğüm yok. Bu da bazı ufak tefek dikkatsizliklere yol açıyor. Sofradaki çayları karıştırmak, çatal ve bıçağı başkasının tabağına uzatmak, tehlikeleri zamanında görememek vb. Geçen gün başkasının yarıladığı çayın son yudumunu içtiğim için kendi kendime kızdım. Çay şekerli olmasaydı başkasına ait olduğunun farkına bile varamayacaktım.

Köyde yaşamak iyice zorlaştı artık.

Odun doğrayamıyorum.

Soba yakamıyorum.

Su taşıyamıyorum.

Dikkatsizlik nedeniyle hemen her gün bir sorun yaşayınca ‘doğal hayat’ fikrimizi yeniden gözden geçiriyoruz. Simit fırınlarından yayılan o güzel kokuyu, sabah erkenden elimize aldığımız gazeteleri, arkadaşlarımızı, dostlarımızı özlediğimizi hatırlıyoruz. Ailece karar veriyoruz ve bir ay önce bizi çıldırtan kente geri dönüyoruz.

Şimdi ne mi yapıyorum? Sabırsız ve öfkeli insanların kamp kurduğu bu kentin sokaklarında, köye döneceğimiz günleri sabırsızlıkla bekliyorum.

 

(Kırmızıköprü, 11.08.2017)  

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile

0
0
0
s2sdefault